|

Şairlik ve çılgınlık arasında: Hölderlin

Alman şair Friederich Hölderlin, Grek kültürü üzerinden kendini tanımlıyordu. “Hyperion” eserinde de kendi milletini kötülemiş ve ‘Türk düşmanlığı’na karşılık Grek hayranlığını öne sürmüştü. Şairlik ve çılgınlık arasında günler geçiren Hölderlin’in görüşleri, 20. yy’da İslamofobi olarak inanmış bir Müslüman ve akademisyen Prof. Annemarie Schimmel’e karşı kendini göstermişti.

Yeni Şafak ve
04:00 - 11/04/2018 Çarşamba
Güncelleme: 06:52 - 11/04/2018 Çarşamba
Yeni Şafak
Alman şair Friederich Hölderlin
Alman şair Friederich Hölderlin
RÜSTEM ASLAN

Alman ulusu ve dilinin en önemli şairi Friederich Hölderlin, “Şu Almanlar; barbarlar, kötülükleri iliklerine işlemişler, ruh armonisi olmayanlar” diyor. Büyük bir şairin içinde büyüdüğü dile ve ulusa ‘hakaretin’ ötesindeki bu suçlamaların nedeni ne olabilir acaba?

1770’de doğan Hölderlin, hayatının uzun bir bölümünü geçirdiği Tübingen’de 1843 yılında ölür. Ağırlıklı olarak din eğitimi alan şair, özel hayatındaki iniş çıkışlar nedeniyle hayatın son dönemlerinde ‘şairlik’ ve ‘çılgınlık’ arasında mekik dokur. Onu 18. yüzyıl romantizmi ve lirik şiirinin dehası yapan eseri ‘Hyperion ya da Yunanistan’da Bir Yalnız’ isimli eserini 1793 yılında yazmaya başlar. Öğrencilik ve gençlik dönemlerinde Alman dilinin diğer ünlü şairleri Schiller ve Goethe ile tanışsa da, özellikle Goethe hakkında hissettiği tek şey ‘hayal kırıklığı’ olur. 1797 yılında ‘Hyperion’ eserini ilk bölümünü 1798 yılında ise ikinci bölümünü yayınlar. Özellikle antik dönem Grek kültürünün etkisinin yoğun bir şekilde görüldüğü diğer eserleri arasında özel bir yeri olan, mektuplar şeklinde yazılmış roman özelliği taşıyan ‘Hyperion’ 1822 yılında yeniden yayınlanır. İşte Hölderlin’nin Almanlar hakkında söylenen belki de en ağır sözleri söylediği satırlar bu eserde yer almaktadır. Hölderlin’nin sözlerinin anlam ve içeriğini derinleştirmeden, doğrudan ilişkisi olan dönemin siyasi ve kültürel ark planına değinmek gerekmektedir.

ŞİİRSEL GREK ETKİSİ

Ortaçağ’dan günümüze kadar Avrupa’daki hem siyasi hem de dini-kültürel kırılma 29 Mayıs 1453’de Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethi ve sonrasında gerçekleşmiştir. Gerçi Bizans İmparatorluğu’nun uzun süreden beridir eskisi kadar güçlü olmadığı bilinse de, ‘İkinci Roma’ olarak anlamı ve prestiji devam etmektedir. Doğu Roma’nın tümüyle çöküşü konusundaki haberler Avrupa’da büyük bir hızla yayılmaya başlamıştır. O zaman kadar Müslümanlar konusundaki olumsuz resim, Haçlı Seferleri ile en korkulacak halini almıştır artık. İslamın yanı sıra, bir de ‘yeni bir düşman’ Türkler ortaya çıkmış ve ‘Türk Korkusu’ her yeri titretmeye başlamıştır. Daha 1454 yılında Kardinal Enea Silvio Piccolomini, (daha sonraki Papa II. Pius) kilisenin görüşü olarak ‘Türklere Karşı Savaş’tan söz etmeye başlamıştır bile. Söz konusu korku, kaygı ve karşı saldırı Türklerin Viyana kapılarına kadar ilerlemesi ve sonrasında, hız kesmeden Avrupa’nın her köşesinde duyulmuştur. Avrupa’nın İslamı ve Yakın Doğu’yu algılamasındaki diğer önemli değişiklik ise, 1798 yazındaki Napoleon Bonaparte’ın gerçekleştirdiği Mısır Seferi sırasında başlamıştır. Haçlı Seferleri sonrasında ilk kez Avrupalılar bir Müslüman ülkenin en içlerine kadar girmeyi başarmışlardır. Fransızlar, sözüm ona Mısırlıları ‘despot’ Osmanlılardan kurtarmak ve Doğu’ya özgürlüğü getirmek için yola çıkmışlardır. Söz konusu ‘amaç’ ve ‘argümanlar’ bir anlamda Batılı güçler tarafından günümüzde de ilginç bir şekilde, öne sürülmeye devam edilmektedir.

Ne yazık ki 19. yüzyılın ilk çeyreğindeki Batı’nın Doğu’daki politik ve ekonomik hegomonyası ‘Doğu Sorunu’ yani Osmanlı İmparatorluğu konusunu yeniden başka açılardan Avrupa’nın en ‘acil gündemini’ oluşturmaya başlar. Bunlarla birlikte ortaya çıkan diğer olay ise Yunanistan’ın bağımsızlık için ayaklanmasıdır. Özellikle bu dönemde Avrupalı entellektüelleri arasındaki Osmanlı karşıtlığı ve aynı zamanda bir Grek hayranlığına (Philhellenizm) yol açar, hatta onunla birleşir. Özellikle de yukarıda isimlerini andığımız dönemin Avrupa’daki üç büyük Alman şairi Wolfgang von Goethe, Friedrich von Schiller ve Friedrich Hölderlin; hayatlarında bir kez bile ne Grek ne de Anadolu toprağına ayak basmamış olsalar da, şiirsel fantasmalarda büyük bir Grek hayranlığını eserlerine ‘etkileyici’ bir şekilde yansıtırlar. Özellikle Hölderlin’in mektup romanının kahramanı Hyperion, Osmanlı ordusu tarafından bastırılan 1770’deki ayaklanma sonrasında önce Mistras’a ulaşmış, daha sonra Almanya’dan politik sığınma hakkı almak için umutla beklemeye başlamıştır. Olayların akışı ve sonuçlanması günümüzdeki ‘Sığınmacı Krizi’ne oldukça benzemektedir. Gelin 19. yüzyılın sığınmacısının başına neler geldiğini Hölderlin’den öğrenelim:

Hyperion, aslında Yeni Grek yurdunun ‘özgürlük savaşçısı’ olmak için yola çıkmıştır, ancak yenilgiye uğramış ve canını kurtarmak için sığınmacı olarak Almanya’a gitmiştir, ama: ‘İşte Almanların arasına geldiğimde bu ruh durumu içindeydim. Çok şey beklemiyordum, umduğumdan azını bulmayı da göze almıştım. Atina kapılarının yolunu tutmuş yurtsuz ve kör Ödipus gibi boynu bükük buraya sığınıyorum. Onu Atina’da tanrı ormanları karşılamış, karşısına güzel ruhlu insanlar çıkmıştı. Fakat ben, kimlerle karşılaşmıştım?

Yaratılıştan barbar olmaları yetmezmiş gibi bu barbarlığı çalışmaları, bilimleri hatta dinleriyle daha da artırmış, tanrısal her türlü duyuya yabancı, kutsal grazialar adına, kötülükleri iliklerine işlemiş; yeterlilikleri ve yetersizlikleriyle ince ruhlu her varlığı ezen, inciten, kaba saba ve bir yana fırlatılmış kırık bir kabın dağınık parçaları gibi, bir yanı öte yanını tutmaz insanlar. İşte Bellarmin’im, ben bu insanlardan avunç bekliyorum. Bu yargı ağır, ama gerçek olduğu için söylüyorum: Ben dünyada Almanlar denli ruh armonisi tanımayan bir ulus düşünemiyorum. Düşünce adamları var, insan yok; din adamları var, insan yok; efendiler, köleler, gençler ve ağırbaşlı kişiler dolu; insan yok…

Öteden beri Almanlar “yeryüzünde hiçbir şey yetkin değildir,” der dururlar. Bir çıksa da bu zavallılara dönüp; “yalnız sizin olduğunuz yerlerde hiçbir şey yetkinleşmiyor, çünkü siz tertemiz varlıkları kötülemeden bırakmıyor, o kaba ellerinizi hiçbir kutsal şeye uzatmadan kaçınmıyorsunuz: sizin elinizde hiçbir şey gelişmiyor, çünkü siz bu gelişmelerin köküne, tanrısal doğaya saygı göstermiyorsunuz. Sizin yanınızda yaşam gerçekten tatsız, acılara yüklü, soğuk ve kimsesizliklerle siz, insan başarısına güç ve soyluluk, acı ve seviyeye güler yüzlülük, kent ve evlere kardeşlik sevgisi katan ruhu aşağılıyorsunuz,” deyiverse?.

İşte bunun için ölümden bu denli korkuyor, yaşadıkları bu istiridye yaşamı için her aşağılanmaya katlanıyor onlar; çünkü emekliye emekliye başardıkları bozuk düzen işlerden daha yüksek şeyler olduğundan haberleri yok. ..

Artık kesiyorum! Beni tanıdığın için yazdıklarımı iyi karşılayacaksın Bellarmin! Ben kendi adıma değil, aynı zamanda senin adına, senin bu yurtta yaşayıp da, orda benim çektiğim acıyı çeken tüm insanların adına konuştum ’ (Hölderlin. Hyperion ya da Yunanistan’da Bir Yalnız. Çeviri: Melahat Togar. 1987. İstanbul).

EDEBİYATTAN EKONOMİK İLİŞKİLERE BAKIŞ

Bu sözlerle böylesi bir yurtta yaşamaktansa, kendi ülkesinde ölmeyi tercih eden ‘Yeni Grek Yurdu’nun sanatçı ruhlu kahramanı Almanlan ulusunun ‘karakterini’ gördükten sonra bu kez Almanya’dan kaçakmaktansa; yurdunda ölmeyi tercih eder. İlginç olan Hölderlin’nin dünya edebiyatındaki baş yapıtlar arasına giren eseri; o dönemdeki ‘Türk düşmanlığı’ ve bunun karşısında gelişen Grek hayranlığı nedeniyle, tam da Yunanistan ‘bağımsızlık’ savaşının yeniden başlatıldığı 1822 yılında Almanya’da yeniden yayınlanmış ve Avrupa’daki ‘Philhellenist / Grek Hayranlığı’ harekettinde önemli bir rol oynamış olmasıdır. Ancak yine de o dönemdeki, Almanların kendi dışındaki tüm kültürel öğelere karşı çıkan, dışlayan ‘anti philhelenist’ bakış açısını kendisini gösterir ve Hyperion büyük bir hayal kırıklığı ile topraklarına döner..

Alman dili ve ulusunun en önemli şairi ve eseri üzerinden 19. yüzyıl Almanya’sı ve Yunanistan’ı üzerine değindiğimiz konuların, 21. yy Avrupası ve Almanya’sı ile olan ilişkisi ne?

Avrupa ve Amerika’nın hegomonik, kolonist ve emperyalist politikası nedeniyle, özellikle son yüzyıldır içinden çıkılamaz hale gelen Yakındoğu, özellikle Suriye sorunun getirdiği sığınmacı akının, Afrika ve diğer ülkelerden gelenlerle birlikte büyük bir ‘dünya sorununa’ dönüşmesi.

Özellikle Avrupa’daki gelişmiş ülkelerin (başta Almanya, Fransa, İngiltere vd.) bu sorun karşısındaki tavırları.

19. yüzyılın Phillhelenizm ve Türk korkusu/düşmanlığı arasında sıkışmış sığınmacı sorununa karşılaştırmalı bir yorum da tanınmış edebiyatçı, akademisyen Jürgen Link’in ‘Anteil der Kultur an der Versenkung Griechenlands. Von Hölderlins Deutschenschelte zu Schäubles Griechenschelte, Königshausen & Neumann, Würzburg 2016 (Yunanistan’ın Çöküşünde Kültürün Payı. Hölderlin’nin Alman Azarından, Schauble’nin Yunanistan Azarına) isimli eserinden gelir.

Bir Philhelenist olan Prof. Link, Yunanistan’nın bağımsızlık mücadelesi sırasında yeniden basılan Hölderlin’nin ‘Hyperion’ eserinden yola çıkarak 1822 yılındaki Almanya-Yunanistan ile birkaç senedir tüm Avrupa’yı ilgilendiren Almanya-Yunanistan ‘finans’ krizi ile ‘sığınmacı sorunu’ arasındaki benzerliklere değinir. 19. yüzyılda Yunanistan’dan kaçıp Almanya’ya sığınmak isteyen şair ruhlu ‘Hyperion’un Almanlara için söylediklerini, o dönemdeki Yunanistan düşmanlığı ile Almanya Ekonomi Bakanı Schauble’nin Yunanistan için söyledikleriyle ile karşılaştırır. Aslında aradan geçen uzun yıllara rağmen ‘Alman ruhunda hiçbir değişme olmamıştır. ‘Hyperion’u bir işe yaramadığı için kabul etmeyen Alman ruhu ile, sadece uzman sığınmacıyı ülkesine almak isteyen Almanya aynı ülkedir. Hatta bir adım daha giderek Almanya’nın Yunanistan’ı aslında Doğu/Türkiye’nin başladığı tampon / sınır ülke olarak görmekte olduğunu vurgular. Örnek olarak da Almanya’nın en etkin dergisi ‘Der Spiegel’in 15 Temmuz 2015 tarihli sayısındaki kapak resmini gösterir: Kapakta ‘Bizlerin Yunanlıları. Garip Bir Halkla Yakınlaşma’ yazmaktadır. Kapak resminde ise elinde paraları olan, korku dolu bir Alman ile, uzu içip sirtaki yapan Yunanlının, Almanı uçuruma doğru sürüklemesi resmedilmiştir. Yani önyargı, aşağılama, kalıplaştırma, her şey vardır bu resimde. Diğer bir sözle söylersek aradan geçen 1. Dünya Savaşı, Nazi Rejimi ve Doğu-Batı Almanya dönemleri sonrasında bile değişen hiçbir şey yoktur, yani onlar halen ‘barbar, kötülükleri iliklerine işlemişler, ruh armonisi olmayanlar’ yaşamaya devam edenlerdir.

AYDINLAR İSLAM KARŞITLIĞINDA BULUŞTU

İşte çok, ama çok derinler kazınmış bu ruh halini bir başka konudan örnek vererek bitirelim. İslam coğrafyası dışındaki en önemli islam ve tasavvuf araştırmacısı olarak kabul edilen Annemarie Schimmel’in (1922- 2003) başına gelenler‚ Avrupa ve Alman tininin‘ farklı kültür ve inanç algılamalarındaki ‹çifte standartlarına› verilecek önemli bir örnektir. Prof. Schimmel’in akademik uzmanlığı Avrupa’da da büyük saygı görmekteydi, taa ki 1995 yılında Almanya’daki Yayıncılar Birliği’nin her yıl verdiği Barış Ödülü’nü alana kadar. Bu ödülün kendisine verildiği duyurulduktan kısa bir süre sonra yapılan röportajların birinde Schimmel, o dönemlerde üzerinde çok konuşulan Salman Rushdie olayı için şunları söylemişti: ‘Ölüm fetvasını doğru bulmuyorum, ancak Salman Rushdie’nin müslümanları yaraladığını söyleyebilirim. Hz. Muhammed sevgisi nedeniyle Rushdie’ye duyulan öfkeyi de anlayabilirim.’

Schimmel bu sözleri bir akademisyen, inanmış bir müslüman olarak söylemişti. Kısa bir süre sonra Almanya ve Avrupa’daki pek çok aydın ve yazar Schimmel’i ‘linç’ etmek için harekete geçmişlerdi. Özgürlükçü Daniel Cohn Bendit’den Nobelli Günter Grass’a, Avrupa’nın yaşayan en önemli filozofu sayılan Jürgen Habermas’dan uslanmaz feminist Alice Schwarzer’a kadar farklı gruptan insanlar bir anda‚ ortak payda olan islam karşıtlığında buluşmuşlardı. Schimmel’e düşündükleri ve hissettiklerini söylemenin bedelini ödetmeye çalışmışlardır. Ömrünü Doğu-Batı barışına adayan bu güzel insan, Alman ulusuna küskün bir şekilde hayata gözlerini yummuştur.

Şairin sözleriyle konuyu özetlersek ‘Şu Almanlar; barbarlar, kötülükleri iliklerine işlemişler, ruh armonisi olmayanlar’. Asıl mesele ve olayların kökeni, ‘Avrupa ruh hali’nin Ortaçağ’dan beri hissettiği, ‘Türk korkusu’ ve ‘İslam’ düşmanlığı ve oryantalizme dayanmaktadır.

#Friederich Hölderlin
#Şiir
6 yıl önce