|

Sabahattin Ali: Marko Paşa’ya doğru

Necmettin Turinay Sabahattin Ali için, korkunç bir zekâ cambazı denilse yeridir. Ani yaratmalar, daldan dala sıçramalar, iki zıt durum arasında beklenmedik ilişkiler kurma becerisi onun bu yanını ortaya koyar. Konuşmaları sırasında sık sık başvurduğu zekâ gösterilerine ince ironiler de eklenince, varın gerisini siz düşünün!

Yeni Şafak
04:00 - 8/08/2018 Çarşamba
Güncelleme: 04:33 - 8/08/2018 Çarşamba
Yeni Şafak
Sabahattin Ali
Sabahattin Ali
Necmettin Turinay

Sabahattin Ali bugün de iyi okunan yazarlarımızdan biridir. Hikâyeciliği ile olsun, romancılığı ile olsun okunmaya devam ediyor. Fakat bu gene de alttan alta devam eden bir okuma sayılır. Kendisine yönelik yarı mistik bir efsane üretilmeye çalışılsa bile, egemen çevrelerin onu içlerinden gelerek bağırlarına bastığını söylemek zordur. Yani bir muhalefet aracı olarak ondan sonuna kadar istifade etmek, fakat öne çıkardığı muhtevaya karşı da hemen daima mesafeli bir tutum takınmak.

İlgili çevrelerin bugün olduğu gibi, Sabahattin Ali’ye biçtiği değer eskiden de aynen böyle idi. Hemen herkes onu dinlemeye bayılır, sözüne sohbetine değer verilir, ardından da bıyık altından hafif gülümsemelerle meclislerden uğurlarlardı. Fakat ne yazık ki Sabahattin Ali bunun farkına varmazdı. Daha doğrusu da Sabahattin Ali kendisini sabırla, hayranlıkla dinleyen grup ve çevrelerin kuşatması altında idi denilebilir. Bazan Türkçü-milliyetçi çevreler, bazan resmi CHP çevreleri, 1945’den sonra da düzenin yeni sözcüleri liberal kesimler arasında durmadan konuştu.

O konuşurken durmaksızın zekâ oyunlarına başvururdu. İleri-geri fikirler söyler, bazan kendini dinleyen çevreyi, bazan da kendi kendini ağır şekilde eleştirmekten geri durmazdı. Ardı arkası kesilmeyen konuşmaları sırasında tulûat yapmayı da ihmal etmezdi. Yani mizah ve ironi iptilâsı onun konuşmalarını fikir sohbeti olmaktan çıkarır, yarı tulûatlı bir havaya sokardı denilse yeridir. İşte Sabahattin Ali’nin bu yanı ile, roman ve hikâyelerinden bildiğimiz lirik vre acılı yanı arasında benzerlik kurmak o kadar zordur.

Dolayısıyla sohbetlerinden, siyasi nitelikli yazılarından tanıdığımız S. Ali için, korkunç bir zekâ cambazı denilse yeridir. Ani yaratmalar, daldan dala sıçramalar, iki zıt durum arasında beklenmedik ilişkiler kurma becerisi onun bu yanını ortaya koyar. Konuşmaları sırasında sık sık başvurduğu zekâ gösterilerine ince ironiler de eklenince, varın gerisini siz düşünün!.. Dinleyici veya seyircileri bu zekâ sıçramalarını takipten aciz kalır, fakat gene de bıkmazlardı.

O konuşmalar sırasında kimse, ama hiç kimse itiraza kalkışmaz, lâfa katkıda bulunmaya yeltenmez, daha doğrusu da buna fırsat bulamazdı. Bu bakımdan, içinde bulunduğu muhitin tek konuşanı o olurdu. Daha önemlisi de Sabahattin Ali dinlemeyi, dinlemede kalmayı asla sevmez, ayrıca buna tahammül edemezdi.

NECİP FAZIL’LA BENZERLİK

Burada söylediklerimi daha iyi kavramak noktasında, Necip Fazıl’ın bazı sohbetleri hatırıma geliyor. O konuşurken herhangi birinin sözü kesebileceğini, konuşmayı desteklemek veya ilâve bir katkı maksadıyla araya girebileceğini tahmin edebilir misiniz? Ayrıca bu mümkün müydü? Yani Necip Fazıl’ı dinlerken herkesle arasında derin mesafeler oluşur, sözünü bölmeye de kimse yeltenemezdi. Dolayısıyla Sabahattin Ali’nin dinleyicilerinin konumu da bundan farksızdı. Fakat konuşurken Sabahattin Ali’den bir celâdet havası da hasıl olmaz, tam tersine o yüksek zekâ gösterilerine hayran bir kitle oluşurdu.

Bir de onda hiyerarşik yapılara karşı, derin bir tahammülsüzlük söz konusu idi. Devlet veya hükümetmiş, iktidar veya parti imiş, nefret ettiği kurumlardı bunlar. Gariptir bu tutumu onu, iktidar mevkilerine, güç odaklarına uzak yaşamaya da sevketmezdi. Onlarla iç içe ve yan yana bir hayat!.. Her türlü nimet ve itibara da aş eren bir psikoloji!..


POLİTİK BİR FİGÜRE DOĞRU

Mesele bu seviyede kalsa gene de normal sayılabilirdi. Bunu içinde taşıdığı bir zaaf, bir çelişki olarak değerlendirir geçerdik. Hatta burdan S. Ali’nin, kendine mahsus trajiğine uzanmak bile mümkündür. Bütün göstergeler, çelişkiler, infiratçı tutumlar bol bol mevcut çünkü. Fakat Sabahattin Ali bundan ibaret bir kişilik değildir ki. Onun hayatı incelendikçe, şahsiyetinin derin katmanlarına basamak basamak inildikçe, farklı farklı Sabahattin Ali’ler çıkar karşımıza. Dolayısıyla bir bakmışsınız karşımızdaki portre, ani bir refleksle politik bir figüre dönüşmemiş mi? Öyleyse alın size yeni bir Sabahattin Ali portresi daha.!.

Kuyucaklı Yusuf’u ile yürürlükteki düzeni, allagorik bir dil ile un-ufak eden; uzun yıllarını beraber geçirdiği milliyetçi çevreleri İçimizdeki Şeytan’la yerlere seren Sabahattin Ali; İkinci Dünya Savaşı yıllarında dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu arkasında, Hasan Ali Yücel ile de aynı sofralarda vakit geçirmektedir. Savaşta Almanlar yenilecek, içerideki Türkçü- mıuhafazakâr çevreler tasfiye edilecek, ardından da yepyeni bir dünya doğacaktır. Fakat onun rüyaları 1940-1945 arasında sürüp gitse bile, gelişmeler umduğu gibi seyretmez, kurduğu rüyalar da, alt üst olmakta gecikmez. İşte onun asıl trajiği, iradesi dışında itildiği yalnızlık girdapları bundan sonra başlar. Daha doğrusu da İkinci Dünya Savaşını Müttefiklerin kazanmasının ardından Sabahattin Ali, adım adım marjinalize edilir, itilir ve yapayalnız bırakılır. Eskiden iş birliği ettiği, sırtını yasladığı iktidar çevreleri, daha ötede yakın dost halkaları onu bir bir terkedivermemişler mi?

İşte o kadar zeki ve akıllı Sabahattin Ali, bu gelişmeleri doğru okuyamadı. Dünyadaki yeni gelişmeleri sağlıklı değerlendiremedi. Kendini yapayalnız bırakan kişi ve çevreleri, dönem konjonktürüne mahsus kırılmalarla yorumlamak yerine, onları kişilikleri ile izaha kalkıştı. Böylece de eskiden beri sevmediği, sevmediği hâlde de beraber yaşadığı ve dayanışma içine girdiği burjuva sınıflarına dönük kinleri kabardı da kabardı. O sıralarda Sabahattin Ali öfke patlamaları yaşıyordu denilse yeridir.

Bilindiği gibi İkinci Dünya Savaşının başından sonuna kadar, Batılı müttefikler ile Ruslar ortak bir cephe teşkil etmişlerdi. Savaş içerisinde batılı demokrasileri destekleyen liberal kapitalist çevrelerle içli dışlı yaşayan, ortak bir cephe teşkil eden sol muhalefet, bundan sonra ne yapacaktı? Meselâ Türkiye Batı Bloku içinde mi yer alacaktı? Yoksa Sovyetlere daha yakın bir sistem mi deneyecekti? Türkiye’deki genel hava, ikinci ihtimale daha yakın görünüyordu denilebilir. Nitekim Celâl Bayar’ın, M. Şevket Esendal’ın ve eski İttihatçı Câmi Baykurt’un beklentileri hep bu yönde idi. Dolayısıyla diğer sol çevreler gibi, Sabahattin Ali’nin de bu yönde düşündüğünü tahmin zor olmamalıdır.

Hayret!... Hadiseler hiç de öyle seyretmedi.

Potsdam Konferansı’nda (2 Ağustos 1945) Ruslar, tarafsız kalmamızın cezası olarak bizden Kars’ı ve Ardahan’ı isteyince, üstüne üstlük bir de Boğazlar’da ortak yönetim talebinde bulununca, bütün Türkiye adeta tirtir titredi. Yani Sovyetlere karşı bütün Türkiye, korkulu bir teyakkuz durumuna geçti. Peki bu tehdit nasıl bertaraf edilebilirdi? Türkiye’nin gücü buna yeter miydi? İşte bu tür korkular arasında Türkiye, ne yapacağını bilmez bir şaşkınlığa kaptırdı kendini.

TAN ve YENİ DÜNYA

Fakat o arada da iki önemli gelişme vuku buldu.

Bunlardan ilki, beş ay sonra 4 aralık 1945 tarihinde vuku bulan Tan gazetesi olaylarıdır. Gazete, matbaa, kâğıt depoları, ne varsa hepsi hâk ile yeksân!.. Sadece Tan mı? Ne gezer!.. Sermayesini nereden tedarik etti ise, Sabahattin Ali›nin eski İttihatçı Câmi Baykurt’la beş sayı çıkarabildiği Yeni Dünya gazetesi de bu saldırılardan kendini kurtaramadı. Böylece Sabahattin Ali, beklenmedik şekilde iki büyük zarara uğradı. Birincisi ortaya koyduğu, meçhul sermayenin anında tuzla buz oluvermesi!..

İkincisi ise daha vahimdi: Sabahattin Ali anında sakıncalı piyadeye dönüşmüş; eski liberal-sol ittifak yani onu dinlemek hazzı ile yanıp tutuşan çevreler etrafından çekilivermişti. Çok geçmeden, hatta aradan bir hafta bile geçmemişken sofra arkadaşı Hasan Ali Yücel, onun bakanlıktaki görevine son vermişti. O sırada Sabahattin Ali›nin, dostu Hasan Ali Yücel›e yazdığı firaklı bir mektubu vardır. Oradan kendini, suçsuzluğunu anlatmaya çalıştığı satırlarını okusanız, Sabahattin Ali›ye acımadan yapamazsınız. Dostunu düşmanını, resmi veya gayrı resmi çevreleri ikna hususunda herhangi bir sıkıntı çekmeyen Sabahattin Ali›yi, sofra arkadaşı Hasan Ali Yücel bile artık duymuyordu.

Yukarıda temas edilen Tan ve kendi gazetesi Yeni Dünya’nın tahribinin ardından vuku bulan ikinci gelişme ise daha bir mühimdi. O da 5 Nisan 1946 tarihinde, Amerikan Missouri zırhlısının Türkiye’ye gelişi hadisesidir. O zırhlı, savaş içinde Japonları teslime zorlayan, dahası teslim anlaşmasının yapıldığı meşhur zırhlıdır. Atom bombası Japonya’ya bu zırhlının üzerinden atılmış, Japonya’yı ve Japonları adeta tüketmişti.

Mütareke yıllarında, İngiliz savaş gemilerinin İstanbul’u işgali sırasında olduğu gibi, Missouri de aynı hava ile limanlarımıza yanaşıyor, tarihî İstanbul Missouri’yi adeta düğün bayram havasında karşılıyordu. Fakat ne dönem hükümeti ne İstanbul halkı, ne de liberal, milliyetçi veya sol çevreleri yönlendiren gazeteler asla böyle düşünmüyordu. Onlara göre üzerimizdeki Sovyet tehdidi böylece bertaraf ediliyor, ülkenin bütünlüğü ve güvenliği de teminat altına alınıyordu.

Netice olarak savaş boyunca devam eden sol- liberal çevrelerin teşkil ettiği ortak cephe bu süre zarfında dağılmış, tuzla buz olmuştu. Başlangıçta sola yatırım yaparak yeni bir muhalefet oluşturmaya çalışan siyasi çevreler, bu gelişmelere bakarak, sol karşıtı bir yapılanmaya gitmek durumunda kaldılar. Daha garibi de o eski sol dergi ve gazetelerin, yazar-çizer sınıfların, edebiyatçıların aynı rüzgara kapıldıklarını, yenice kurulmuş Demokrat Parti’yi desteklemeye başladıklarını görmeyelim mi? Aklınıza kim gelirse hepsi buna dahil!

Bu yapayalnız zamanlarında kaynağını nereden buldu, onu gene bilemiyoruz, yeni bir hamle daha üretti. Dikkat edin, kaynağı Sabahattin Ali’ye ait, fakat yönetimi asker orijinli Aziz Nesin’in omuzlarında, Marko Paşa adlı yeni bir dergi veya gazete çıkarmaya başladı.

Marko Paşa kim ya da neden Marko Paşa? Sultan Aziz ve Abdülhamid dönemlerinin meşhur doktoru Marko Paşa! Abdülhamid’in ayan âzâsı, bugünkü Kızılay’ın kurucusu, dert dinlemesi ile meşhur bir doktor! Ünlü doktor Mazhar Osman’ın bir önceki nesilden karşılığı, daha başka bir doktor!

  • Marko Paşa kim, ya da neden Marko Paşa? Sultan Aziz ve Abdülhamid dönemlerinin meşhur doktoru Marko Paşa!.. Abdülhamid’in ayan âzâsı, bugünkü Kızılay’ın kurucusu, dert dinlemesi ile meşhur bir doktor!..

MARKO PAŞA:
TAM BİR HARAKİRİ SAVAŞI

Ama Sabahattin Ali ile Aziz Nesin’in Marko Paşa’sı ise daha farklı. Eski doktor dert dinlemesi ile tanınırken, onun için “derdini Marko Paşa’ya anlat” denilirken, bunlar o yolun yolcusu değiller. Bunlar konuşacak, haykıracak, kamuoyunu teyakkuza geçirecek. Dahası, yönetimi uyaracak, ona karşı bir tür savaş açacaklar. Dolayısıyla bu Marko Paşa lâf söz dinlemeyen, biraz da kulakları sağır bir paşa!.. Büyük Doğu’ların birinde, 13 aralık 1946 tarihli sayıda, “Başımıza Kulak İstiyoruz” biçiminde kapağı çekilen meşhur bir paşa bu.

İşte size daha ikinci sayıdan (16 aralık 1946) bir yazı başlığı: “Kökünüze Kibrit Suyu!..” Öyleyse hemen dava hazır. Şikayetçi kişi ise, Mehmet Barlas›ın mimli babası Cemil Sait Barlas!.. Yeni dönemin, yeni rejimin gardiyanlarından!.. 1954 civarında, “İkinci Yenici” olarak bildiğimiz şairleri bir araya getiren, keskin Demokrat Parti muhallifi Pazar Postası’nın sahibi olan kişi!.. Sabahattin Ali’yi sonuna kadar takip eden, peşini bırakmayan birisidir o. Dolayısıyla o yazı yüzünden Sabahattin Ali’ye üç ay hapis. Gazetesinin kapanması da cabası.

Fakat beş ay sonra yeniden çıkar Marko Paşa. İşte oradan da bir yazı başlığı daha: “Kırk Haramiler!..” Kimmiş bu haramiler? Tabii ki CHP tüzel kişiliğinin tamamı!.. Fakat hayır, meğer kastedilen “Bakanlar Kurulu” değil miymiş? Öyleyse, “Bakanlar Kurulu’na hakaretten” yeni bir dava daha!.. Daha dava anındaki kapanışı söylemeye bile gerek yoktur sanırım.

Aynı adı kullanmak yasaklandığı için, sözünü ettiğimiz triumvira bu sefer de Merhum Paşa’yı, ardından Malûm Paşa’yı, onun da ardından Ali Dayı’yı çıkartmakta ısrar ederler. Çünkü bir harakiri savaşı yapmaktadır onlar. Her seferinde üç-beş sayı, ardından tekrar kapanışlar. Birkaç aylık kısa hapisler, peşinden suçsuz bulmaklar, affetmeler!.. Tam bir ömür törpüsü sizin anlayacağınız.

Neye sayarsanız sayın, Sabahattin Ali iyice yorulmuş, bıkmış ve bunalmıştır artık. Zekâsı artık ona yetmiyor, önünü açmıyor ve bir çıkış yolu da bulamıyordu. Nitekim bu bunalmanın sonunda yurt dışına kaçmayı düşündüğü anlaşılıyor. Hanımına yazdığı ve özel ellerden ulaştırdığı bir mektubunda aynen şunları söylüyor: “Bu mektubu aldığın zaman ben İtalya, Fransa, ya da Londra’da olacağım.”

Yani Rusya değildi onun gitmek istediği yer. Dolayısıyla Bulgaristan meselesi tam bir düzmece tesiri bırakıyor insanın üzerinde.

#Sabahattin Ali
#Necip Fazıl Kısakürek
6 yıl önce