|

Klasiklerimiz nasıl yayımlanmalı?

Türk klasiklerinin dilleri sadeleştirilerek yeniden okurlara sunuluyor ve oldukça da ilgi görüyor. Peki metinlerin dilini bozmadan bu eserleri yeniden yayına hazırlamak ne kadar mümkün?

Yeni Şafak ve
04:00 - 8/08/2018 Çarşamba
Güncelleme: 14:08 - 8/08/2018 Çarşamba
Yeni Şafak
​Klasiklerimiz nasıl yayımlanmalı?
​Klasiklerimiz nasıl yayımlanmalı?

Sizin de dikkatinizi çekmiştir: Son günlerde Türk klasiklerinin yayımında bir artış söz konusu. Pek çok yayınevi özel bir dizi oluşturarak belli başlı klasikleri okurla buluşturuyor. Bazıları sadece “öğrencilere gidecek” şekilde, ilköğretim ve lisede yoğun bir şekilde okutulan kitapları yayımlarken, bazıları da bir program dahilinde, belli yazarları külliyat halinde yayımlamayı tercih ediyor.

Buna dair son örnekler olarak telif süreleri yakın zamanda dolan Hüseyin Rahmi Gürpınar ve Halit Ziya Uşaklıgil’i verebiliriz. Şu sıralar kitapçı vitrinlerinden “Aşk-ı Memnu”lar, “Mürebbiye”ler eksik olmuyor.

Peki klasiklerimiz nasıl yayımlanıyor? Daha açık şekilde, çeşitlendirerek soralım sorularımızı: Yayıma hazırlanırken izlenen yol/lar ne kadar doğru? Kitapları hazırlayanlar işin gerektirdiği niteliklere ne kadar sahip? Dahası okurlar bu kitaplardan gereği gibi istifade edebiliyorlar mı?

Okur olarak klasiklerimizle aramızda ilk karşımıza çıkan ilk engel dil. Bu kısmı aştık diyelim, işte o zaman asıl büyük sorunla karşı karşıyayız: Bu metinlerin üretildikleri dünyanın kültür ve değerler manzumesine olan yabancılığımızı nasıl aşacağız? Okur olarak bizim yüz yüze olduğumuz bu sorunlar, bizden hemen önce “hazırlayan”ın karşısına dikiliyor.

Mehmet Kaplan: Eski dilimizi iyi bilmeleri gerekir

Elbette bunlar sadece günümüzün meseleleri değil. Mesela ilmî mesaisinin büyük bir bölümünü klasik eserlerimizi bugünkü dile aktarmaya ayıran Orhan Şaik Gökyay, 1969’da yayıma hazırladığı Ahmed Rasim’in “Eşkâl-i Zaman” adlı kitabının girişinde şunları yazar:

“Ahmed Rasim’in ‘Eşkâl-i Zamân’ını baskıya hazırlamak işi bana teklif edildiği zaman, biraz küçümsedim. Fakat eseri okuyup da gerekli yerlere açıklayıcı çıkmaları yapmakla karşı karşıya kalınca, bunun, öyle kolayca üstesinden gelinir gibi olmadığını gördüm. Daha dünkü denecek kadar bize yakın olan bir Türk yazarının küçük bir eserini, içindeki kelimeler, deyimler, telmihler, yer ve kişi adlarıyla tam kavramaya kalkışınca duraladım.”

1975’de Milliyet Sanat’ın (149. sayı) eski eserlerin bugünkü dile aktarılmasıyla ilgili bir soruşturmaya verdiği cevapta Prof. Dr. Mehmet Kaplan da, eski eserleri bugünkü dile aktarırken karşılaşılan meseleler çeşitli olduğunu, yabancı dile ait kelimelerde olduğu gibi, bugünkü dilde eski kelimeleri ses ve mana incelikler iyle karşılayacak Türkçe veya öztürkçe kelimelerin olmadığını söylüyor ve şu tespiti yapıyor: “Eski eserleri bugünkü dile aktaracak olanların Osmanlıcayı ve eski kültürümüzü çok iyi bilmeleri lazımdır. Lugata bakmakla bu iş olmaz. Arapçayı, Farsçayı bilmek de yeterli değildir. Eski ile aramızda sadece bir dil perdesi değil, bir zaman, zihniyet ve medeniyet perdesi de vardır.”

Beş soru beş cevapta klasiklerimiz

Peki bugün durum nasıl? Yeni Şafak Kitap olarak klasikler üzerine çalışan isimlerden oluşan bir dosya hazırlamaya çalıştık.

İlk olarak soruşturma dosyamız var. Her biri klasiklerin yayımına gerek hazırlayan gerek editör gerekse danışman olarak emek vermiş 6 değerli isme yönelttiğimiz 5 sorunun cevapları yer alıyor.

Sorularımız şöyle:
  1. Klasikleri anlamakta tek problem “dil” midir?
  2. Klasikleri sadeleştirmek gerekli midir?
  3. İyi bir sadeleştirme nasıl mümkün olur?
  4. Bu sadeleştirilmiş metin, bize asıl metnin gücünü ne kadar yansıtabilir?
  5. Size göre, okura daha faydalı olması açısından klasiklerimiz yeniden yayınlanırken nasıl bir yol izlenmelidir?

Soruşturmanın ardından ise bir söyleşimiz var. İlk olarak hem yayıma hazırladığı eserlerle tanınan hem de çeşitli metin neşirleriyle ilgili eleştirel yazılardan oluşan “Teknik Okumalar: Bağa Destursuz Girenler” kitabının yazarı N. Ahmet Özalp sadeleştirme konusunda merak ettiklerimizi cevaplıyor.

Esasen sadeleştirmeye karşıyım

1)
Elbette tek problemin dil olduğunu söylemek mümkün değil. Sürekli bir şekilde değişime uğrayan kültürel meselelerle ilgili problemler de söz konusu. Meselâ derste “diş kirası”ndan, “sadaka taşı”ndan söz ediyorum; ne olduğunu bilen çıkmıyor, çünkü artık hayatımızda böyle bir şey yok. Derste işlediğimiz Ömer Seyfettin’in bir hikâyesinde “sanduka” ve “hazîre” tabirleri geçmişti; bunların ne olduğunu bilen çıkmadı. Hayatımızdan uzaklaşan bazı şeylerle birlikte dil ve ona bağlı olarak kültürel kavramları da kaybetmiş durumdayız.
2)
Ben klasiklerin sadeleştirilmesinden ziyade açıklamalar yapılmak suretiyle yayımlanmasından yanayım. Meselâ Halit Ziya, Mehmet Rauf gibi romancılar aynı zamanda birer üslûp ustasıdır; bunların eserlerini sadeleştirmeye kalktığınız zaman ortada üslûp diye bir şey kalmaz. İstanbul Ticaret Odası bu yakınlarda Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesi’nden İstanbul’la ilgili kısmı, gerçekten baskı şaheseri diyebileceğimiz bir şekilde çok güzel bir şekilde yayımladı; metni de meslektaşımız Seyit Ali Kahraman hazırlamış; ancak büyük bir heyecanla kitabı elime alıp okumaya başladım, fakat ne yazık ki üslûbun tadı tuzu kalmamış; Evliya Çelebi’nin o hoş anlatımını maalesef bulamadım ve kitabı daha ilk sayfasında bıraktım.
3)
Yukarıda da belirttiğim gibi ben esasen sadeleştirmeye karşıyım. Ancak bir kısım yayınevleri bastıkları kitapları satabilmek için sadeleştirilmesini istiyorlar. Bunun için, bu işi yapan kişinin ehil olması, yani metne iyice hâkim olması gerekir. Önüne lügati açıp kelimelerin karşılıklarını yazmakla bu iş olmaz. Bir romanda “... Melda ile İkbal Dârülfünun’dan çıktılar” cümlesi geçiyordu; bunu hazırlayan “....Melda ile İkbal Fenler Evi’nden çıktılar..” diye sadeleştirmiş; hazırlayan kişi, buradaki Dârülfünun’un bir müessese olduğunun farkında değil. “Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne”yi, “Mükemmel Tıp Fakültesi”; “afv-ı şahane”yi, “şahane af” diye karşılayanlarla maalesef karşılaşıyoruz. Yani bu iş biraz kültür işi, biraz dikkat, biraz hassasiyet, biraz itina, biraz da sorumluluk isteyen bir iş; ben yaptım oldu mantığıyla olmuyor.

Bu furya içinde ben de geçen yıl Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin FransaSefâretnâmesi ile Kocasekbanbaşı Risalesi’ni hazırlayıp yayımladım, ama hem metnin orijinali hem de sadeleştirilmiş metinle birlikte; isteyen aslını okur, isteyen sadeleştirilmiş metni. Ayrıca bu metinlerde üslûp endişesi söz konusu olmamakla beraber, yine de mümkün olduğunca asıl metindeki tadı vermeye gayret ettim.

4)
Sadeleştirilmiş metin hiçbir zaman aslının yerini tutmaz, tutamaz. Hadi gençler tarafından da okunsun diye romanlar, hikâyeler sadeleştiriliyor; peki Osmanlı Müellifleri ve Sicill-i Osmanî gibi kaynak eserler niye sadeleştirilmeye kalkılır? Bunları kullanacak olanlar zaten onun dilini anlamaları gerekir; bunları ortaokul ya da lise talebesi okumaz ki! Zaman zaman bir kısım akademik çalışmalarda maalesef bu tür sadeleştirilmiş, yani ikinci el metinlerin referans olarak kullanıldığını görüyoruz ki, tam bir ilmî felâket!
5)
Bence hem orijinali, hem de çok gerekli ise, yetkin kişiler tarafından gerekli açıklamalar yapılmak suretiyle, sadeleştirilmiş metinlerin bir arada verilmesinin daha uygun olacağı kanaatindeyim. “Hamlacı”nın, “paşmakçı”nın ne olduğunu bilmeyen; hattâ âyet ile hadisi karıştıran yeni nesil için mutlaka bu tür açıklamaların yapılması icab eder.

Ben Cenab Şahabeddin’in 1920 yılında bir gazetede yayımladığı Ramazan yazılarını kitaplaştırırken orada geçen Zevk-i Selîm Lokantası’na açıklama koyabilmek için; Fatih’te Macar Kardeşler Caddesi’ne bu ismin ne zaman ve niçin verildiğini öğrenebilmek için senelerce çalmadığım kapı kalmadı; ama sonunda tabii hallettim. Yani eserlerin tadıyla tuzuyla okunabilmesi için bu tür açıklamaların mutlaka yapılması gerekir diye düşünüyorum.

Bu işi hakkıyla yapan son derece az

1)
Tek problem dil değil, kültürü de anlamak gerekir.
2)
Klasikler sadeleştirilmeli ama bol notlarla açıklanmalıdır.
3)
Bir örnekle cevap vereyim: Mesela Servet-i Fünun dönemi edebiyatı üzerinde çalışacak kişilerin iyi kötü Farsçadan mutlaka nasibini almış olması gerekir. Yoksa Namık Kemal, Halit Ziya, Mehmet Rauf gibi yazarların eserlerini hakkıyla yayımlamak güç olur. İşler yarım yamalak çıkar. Böyle işe giren kişi, daha önce yapılmış çalışmalardan yararlanmalı ama asla sonuna kadar güvenmemelidir. Mesela rahmetli hocam Mehmet Kaplan’ın bir çalışmasına baktım. Bir yerde şiir vardı. Şiirin veznini kontrol etmemiş, dolayısıyla beyit arızalı çıkmış. Bunları çok önemsiyorum.
4)
Sadeleştirme manzum metnin gücünü vermez. Mensur metinse, usta eller tarafından metin sadeleştirilmişse elbette aynı gücü yansıtır.
5)
Türk klasikleri iki şekilde yayımlanmalıdır: Birinde bugünkü neslin anlayamayacağı kelimeler, ifadeler ya satır içinde köşeli paranteze alınarak yayımlanmalı ya da dipnotta verilmelidir. Klasik eserlerin ikinci bir şekli de sadeleştirme yöntemidir. Bu yöntem herkesin kolay sandığı ama aslında en zor olan iştir. Çok kelime bilgisi, üslup bilgisi, cümlelere vukuf ister. Öte yandan klasikler yayımlanırken bu işte çok tecrübeli olan editörlerden yararlanılmalıdır. Türkiye’de bu işin üstesinden gelecek iyi yetişmiş editör ne yazık ki çok azdır. Yayınevlerinin karşısına bir sorun çıkıyor: Kitabı parantez içi açıklamalı yayımlarsak satışımız nasıl etkilenir? İyi mi olur, kötü mü olur? Kitabı satamama korkusu bazı yayınevlerini sadeleştirilmiş çalışmalara yönlendiriyor. Ancak bu işi hakkıyla yapan kişi sayısı son derece az olduğu gibi, bir kısmı da vefat etmiştir. Ben yayınevi sahibi olsam, bu işi yapacak kişileri özenle seçer, en iyi editörleri arar bulur, istedikleri parayı çekinmeden verirdim. Çünkü iyi isimle çalışmak yayınevini satışları düşük olsa bile, uzun vadede kazançlı çıkarır.

Her seviyeye ayrı baskı

1)
Anlamak, dikkatin odaklanmasıyla ilgilidir. Konu, tema ve bunların iletimini sağlayan teknik ögelerin ilginç biçimde sunulması, dikkatin yoğunlaşmasını sağlar. Ama aslolan; dil ve üsluptur. Şiir dilinde, kelimeleri tanıyor olmak bile anlamlandırmada yetersiz kalabilir. “Sen geldin benim deli köşemde durdun” cümlesinin bütün kelimeleri çarşı-pazar dilinde vardır ama anlam, daha donanımlı olmayı gerektirir.
2)
Bu mesele, hedef kitleyle ilgilidir. “Orijinalinden faydalanamayan okumasın.” denemez. Eski eserleri yeni nesillere okutmanın faydasını en geç keşfeden toplumlardanız. Türkçenin yenilenirken çokça yıpranmasının asıl sebebi, devamlılığı sağlama fikrinden yoksun oluşumuzdur. Klasiklerin ehil eller tarafından hazırlanmış her seviye için ayrı baskıları olmalıdır. Hamlet’i, ilkokuldan üniversiteye kadar her seviyede hacim, baskı özellikleri ve kelime kadrosu farklılıklarıyla okutuyorlar. Bizde Dede Korkut Hikâyeleri için bu işlem kısmen yapılabilmiştir. Bugün okunan Mevlid de orijinali değil kısaltılmış ve halkın anladığı kısımlardır. Eskiyi tanımayan; düşüncesini açıklarken dara düştüğünde tarif eder, terim uydurur veya hâkim dilden karşılık verir. Kendi ıstılahlarını bilmeyen, mecaz hakkında en ince ayrıntıyı ifadeye kadir terimler mevcutken, temsilî anlamın her türüne “metafor” der.
3)
Yazarın ifade etmek istediği şeyi tam olarak yansıtan yeni metin, sadeleştirmede başarılıdır.
4)
Bu, mutlak olarak başarılamaz. Çünkü sadeleştirilmesine ihtiyaç duyulan eser, ayrı bir dünyaya, döneme aittir. Anlamda, itibarî dünya kurmada, ahenkte, çağrışım zenginliğinde veya bir başka hususta eksiklikler olacaktır. “Cânım, gözüm, efendim, sevdüğüm, devletlü sultanım” mısraındaki “devletlü sultan” veya “atıfetlü”, “izzetlü”, “saadetlü” gibi bir zamanların teşrifat unvanlarını “sayın”a indirgemekle tam karşılık veremeyiz.
5)
Önce metinlerin aslî şekliyle yayımlanmış olması şarttır. Bu işlemde, yazarın verdiği son şekil esas alınmalı; nüsha, basım farklılıkları belirtilmelidir ki estetik ve fikir değişiminde varılan nokta görülebilsin.. İleri seviyedeki okuyucu için metnin aslı, hiçbir kısaltma yapılmaksızın verilmeli, günümüz Türkçesinden çekilmiş bazı kelime ve ibarelere karşılık göstermekle, bulunamıyorsa açıklayıcı notlar koymakla yetinilmelidir. Her kelime ve ibareye muhakkak bugünkü konuşma dilinden karşılık aramak gibi zorlamalar gereksizdir. Asıl metni takipte zorlananlar için eserin ruhunu kaybettirmeyen kısaltmalar veya seçmeler yapılabilir. Sadeleştirmede, bazı özel isimlerin atıf, ima ve çağrışımları notlarla gösterilmelidir. “10 Temmuz Bayramı”, günümüzde küçücük bir kitle için anlamlıdır. Onun II. Meşrutiyet’in ilanı olduğunu belirten bir dipnot, okuyucunun metinle bütünleşmesini sağlayabilir.

“Doğru anla iyi yansıt” ilkesi çok önemli

1)
Bu sorunun cevabı “klasik”ten ne anladığımıza bağlı olmakla birlikte en geniş anlamıyla, ister uzun yıllara dayansın isterse kısa bir süre içinde gerçekleşsin dilde ve kültürde yaşanan değişiklikler her türden edebi eserde anlama güçlüklerine yol açar. Bu yüzden sorduğunuz ve anlamayla ilgili olduğunu düşündüğüm problem dildedir, hayattadır, kültürdedir…
2)
Bu soruyu özündeki sadelikle cevaplandırmak, meseleyi hafife almak olur. “Klasikleri sadeleştirmek gereklidir” demek kolaydır ama “Hangi klasik?” sorusuna gerekli cevap vermek de bir o kadar önemli. Eski Anadolu Türkçesiyle yazılmış bir 14. yüzyıl metnini sadeleştirmekle 16. ya da 17. yüzyıllardan kalma Osmanlıca metni sadeleştirmek arasında ortak olan tek gereklilik, birbirinden farklı olsalar da bunları “doğru anlama”nın vazgeçilmezliğidir. Buna, 18., 19. yüzyıllarda yazılmış eserleri, hatta 20. yüzyıl eserlerini de eklemek gerekir. Her eser, “sadeleştirme” açısından ayrı bir sorun sunar, her sorun için de o yapının gerektirdiği çözümü bulmak önemlidir. Dede Korkut Kitabı, Türkiye’de 100 yılı aşkın bir süreden beri doğru okunmaya, doğru anlaşılmaya ve bunlara bağlı olarak doğru bir biçimde sadeleştirme denemelerine konu oluyor. Metni doğru okuma, anlamlandırma çalışmaları tamamlanabilseydi buna bağlı olarak sağlıklı bir sadeleştirme de yapılabilirdi. Doğru okunamamış bir metnin maksada uygun bir biçimde sadeleştirilmesi mümkün olabilir mi? Bunu Ömer Seyfettin’in hikâyeleri ve öbür düzyazıları için de dile getirebiliriz, yerine göre başka yakın dönem yazarları için de.
3)
Bu sorunun cevabı, bir önceki sorunun cevabında gizli. Asıl metni doğru okuyup anlamlandırmadan “iyi bir sadeleştirme” mümkün olamaz. Bu olmazsa olmaz gereklilik. Bunun bir de üslubu yansıtma ayrıntısı var ki en az doğru okuma, doğru anlama kadar önemli.
4)
Mümkün değil yansıtamaz. Dil biraz da kurallarına uyma mecburiyeti olan oyundur. Ana metnin verdiği zevki sadeleştirilmiş bir metin asla yansıtamaz. İyi yapılmış olsa bile o yalnızca yeni bir güzel metnin vereceği zevkle sınırlı kalacaktır.
5)
Burada faydacılıktan okuma zevkini anlıyorsak önce doğru anlama ve yansıtma eseri olan çalışmalar yapılmalı. Her metin, karmaşık sorunları da beraberinde getirir. “Doğru anla, iyi yansıt” ilkesi çok önemli. Klasik eser, “önce” doğru okunup anlaşılmış ve gerekli açıklama notlarıyla hazırlanmış, hatta “dizin” yapılarak sunulmuş olmalı ki bundan günümüz Türkçesiyle “güzel” dillendirilmiş yeni bir metin ortaya konulsun. Sadeleştirme, daha doğrusu dil içi çeviri, çevirinin bütün sorunlarını taşıdığı gibi o dilin yapısındaki güçlükleri de beraberinde getirecektir. Bu yüzden “nereden bakarsan bak” kolay bir iş değil…

Sadeleştirme değil, bugünkü Türkçeye nakletme

1)
Klâsik’ten neyi kasdettiğinize bağlı... Şu bizim klâsik edebiyattan bahsediyorsanız, dil tek değil, ama öncelikli problemdir. Ardından, bir edebiyat kültürünü kaybetmiş olmanın sıkıntıları, onun mazmunlarını, tefekkür, tahassüs, tahayyül dünyasını artık tanımayışımızın eksiklenmeleri gelir. Şayet 19. asrın ve sonrasının geç dönem klâsiklerinden bahsediyorsanız, onlarda dil zaman zaman ciddîleşen bir problem olmaya devam ederken, zamanın ve kültürel değişimin getirdiği problemler azalmaz, değişir.
2)
Klâsikleri önce orijinal dilini bozmadan, akademik ciddiyette yayımlamalı, ardından da sadeleştirmesini yaparak geniş okur kitlesinin ilgisini çekmeye çalışmalıdır. Aksi hâlde, klâsikler millî bir değer hâlini alamaz; 5-10 ilgilinin kendi kendine çalıp oynadığı bir alana dönüşür. Popülist baskıların değişik yaş grupları için, farklı hacim ve vokabüleride hazırlanması bir sonraki adım olmalıdır.
3)
İyi bir sadeleştirme, “sadeleştirme” değil, “bugünkü Türkçe’ye nakletme” şeklinde olur. Sadeleştireceğiz derken yaşanan rezaletleri hepimiz görüyoruz. Metni yayına hazırlarken kasdımız daha sade bir Türkçe ile yazmak olmamalıdır; çünkü sade dilin kullanıldığı belki de en son yer edebiyattır. Veysî’nin inşâını da Edebiyyât-ı Cedîde’nin romanını da sadeleştirmeye kalkarsak, gerçeği ile alâkası olmayan yepyeni metinler belirir. O metinler bugün yazılsalardı nasıl bir dilleri olacağını hesaplayarak “yenilemek” işin doğrusudur.
4)
Sadeleştirilmiş metin, aslının lezzetini, değerini veremez. Mona Lisa’nın kuruboya ile röprodüksiyonunu yapıp, “Hah, şimdi sadeleşti işte” denebilir mi? Sadeleştirilmiş metinler üzerinden akademik çalışma yapılamaz. Oysa gözlerim, Halid Ziya’nın üslûbu üzerinde ahkâm kesmek için, Aşk-ı Memnû’un sadeleştirilmiş metnini kullananları bile gördü. Sadeleştirme bir amaç değildir; metni vulgarize ederek sıradan okurun ilgisini çekmenin ve günün birinde aslını da okuyacak, anlayacak, zevk alacak seviyeye yükseltmenin basit bir aracıdır. Sözkonusu şiir ise, sadeleştirme zaten imkânsızdır. Dıranas’ın Kırık Saz’ı bile kocaman bir fiyaskoysa, sizin benim yaptığım sadeleştirme nasıl başarılı olsun?
5)
Klâsik şiir dâhil, nazımda doğrusu, Asım Bezirci’nin, Fikret’in şiir külliyâtını hazırlarken tuttuğu yoldur. Metnin aslı, lûgatçesi, sadeleştirmesi... Nesirde ise, Fatih Altuğ’un Araba Sevdası’nda önerdiği yol, mesnevîler dâhil, pek çok yerde kullanılabilir.

Sadeleştirme bir bakıma yeniden yazma demektir

1)
Hayır. Bu eserlerin yazıldığı dönemin kültür dünyasını da iyi kötü tanımak gerekiyor. Ama en önemli problem elbette dildir. Türkçenin doğal akışının dışında müdahalelere uğrayarak fazla değişmesi ve yoksullaşmış olması bu eserlerin bugünkü nesiller tarafından anlaşılmasını neredeyse imkânsız hâle getirdi. Bu yüzden günümüzde bu eserleri okurla buluşturmanın yollarını arıyoruz.
2)
Ben sadeleştirme işini çok doğru bulmuyorum. Edebiyat eseri diliyle vardır; sadeleştirme bir bakıma yeniden yazma demektir ve eserin yazarla ilişkisini zayıflatır, hatta koparır. Bu yüzden metin içinde veya altında kelimelerin anlamlarını vererek ihtiyacı olan okuyucuya bu bakımdan yardımcı olmak daha doğrudur. Bu yöntem yeni okuyucuların dilinin zenginleşmesine de katkıda bulunur. Okuyucu birkaç kez karşılaştığı kelimeyi tanımış olur ve bir süre sonra o kelime için yardıma ihtiyaç duymaz.
3)
Ben bunun mümkün olacağını düşünmüyorum; iyi veya kötü yeniden yazma söz konusu olabilir ki bu ayrı bir şeydir.
4)
Yukarıda söylediklerimden sonra bunun cevabı bellidir: Yansıtamaz.
5)
Belirttiğim gibi metnin içinde parantezle veya sayfa altında dipnot olarak günümüzde fazla kullanılmayan veya tamamen unutulmuş olan kelimelerin anlamları verilmelidir. İki yöntemden hangisini tercih ettiğimi sorarsanız, her iki uygulamayı da denemiş biri olarak sayfa altı açıklamasının daha doğru olacağını düşünüyorum. Okur tarafından bakıldığında metin içi parantezler, özellikle de bu açıklamalara daha az ihtiyaç duyanları yoruyor, okumayı sekteye uğratıyor. Ama bu açıklamalara ihtiyacı daha fazla olanlar da sürekli sayfa altına bakmanın yorucu olduğu şikâyetini dile getiriyor ve metin içi parantez yöntemini tercih ediyorlar. Her ikisi de olur. Ama son olarak içinde yer aldığım Ahmet Mithat Efendi’nin eserlerinin yayınında biz sayfa altı dipnot yöntemini tercih ettik.
#Sadeleştirme
#Türk Edebiyatı
#Klasikler
6 yıl önce