|

Çeviri kültürel dönüşümün bir aracıydı

Prof. Dr. Şehnaz Tahir Gürçağlar’ın “Türkiye’de Çevirinin Politikası ve Poetikası, 1923-1960” adlı çalışması çeviri tarihimize yeni bir pencere açıyor. Gürçağlar, çevirinin 1923-1960 yılları arasında batılılaşma aracı olarak kavramsallaştırılmaya başlandığını, dilsel aktarımın ötesinde kültürel dönüşüm aracı olarak görüldüğünü kaydediyor.

Yeni Şafak ve
16:13 - 14/02/2018 Çarşamba
Güncelleme: 16:17 - 14/02/2018 Çarşamba
Yeni Şafak
Gündem
Gündem

Prof. Dr. Şehnaz Tahir Gürçağlar’ın “Türkiye’de Çevirinin Politikası ve Poetikası, 1923-1960” adlı çalışması çeviri tarihine yönelik yeni bir pencere açıyor. Gürçağlar, Osmanlı’nın son yüzyılından cumhuriyetin ilk yıllarına uzanan süreçte çevirinin yerini kapsamlı bir araştırmayla gözler önüne sermiş. Ardından Cumhuriyet sonrasında hız kazanan kültürel faaliyetlerin bir parçası olarak devreye giren, Hasan Ali Yücel tarafından kurulan Tercüme Bürosu’nu odağına alan yazar, bu süre zarfında çevirinin kültürel dönüşümün bir aracı olarak şekillendiğine dikkat çekmiş. Çalışmayı Gürçağlar ile konuştuk…

“Türkiye’de Çevirinin Politikası ve Poetikası” çalışma için sizi yola çıkaran şey neydi? Neyi amaçlıyor bu çalışma? Okura nasıl bir perspektif sunuyor?

Bu çalışma 2000’li yılların başında Boğaziçi Üniveresitesi’nde tamamladığım Çeviribilim doktora tezimin kitaplaşmış halinin Türkçeye çevirisi. Bu çalışmanın yola çıkış noktası, Türkiye’de Cumhuriyet dönemi çeviri tarihine yönelik, hem çevirinin politikayla ilişkisini ele alan hem yayınevlerinin faaliyetlerini hem de çeviri metinlerin kendilerini inceleyen kapsamlı ve sistemli bir inceleme bulunmamasıydı. Ben kitapta daha ziyade Tercüme Bürosu ağırlıklı çeviri tarihi çalışmalarına eleştirel bir yaklaşım geliştirmeye çalıştım. Bunu yaparken amacım kısmen çevirinin Cumhuriyetin diğer kültür kurumlarıyla ilişkisine ve kültür ve edebiyatta batılılaşma hamleleri açısından taşıdığı öneme dikkat çekmekti. Öte yandan devlet destekli çeviri hareketleri, özellikle de Tercüme Bürosu odaklı bakış açısını genişletmek gerektiğini düşünüyor, çeviri alanının müthiş bir zenginlik içerdiği kanısını taşıyordum. Buna yönelik olarak özel yayınevlerinin faaliyetlerini de mercek altına aldım ve kültür planlaması süreçlerinde onların yerine getirdiği işlevin de altını çizmek istedim.

1923-1960 yılları arasına baktığımızda çeviride nasıl bir tablo çıkıyor karşımıza?

Bu soru çok kapsamlı ve hakkıyla yanıtlayabilmek için kitabın tümünü burada özetlemem gerekir. Kısaca söylemek gerekirse 1923 Cumhuriyetin kuruluş tarihi olsa da çeviri süreçleri açısından bir milat değil. Çeviri Osmanlı kültüründe de yoğun biçimde kullanılan bir metinsel üretim aracı, hatta Osmanlı dönemi edebiyatının kurucu unsurlarından biri. 19. yüzyılın ikinci yarısında Batı dillerinden yapılmaya başlanan edebiyat çevirileriyle çeviriye yeni bir misyon yükleniyor ve çeviri, kültürde batılılaşma aracı olarak kavramsallaştırılmaya başlanıyor. Bu yaklaşımın Cumhuriyet döneminde, özellikle tek parti döneminde devam ettiğini söylemek gerekir. Çeviri dilsel aktarım olmanın ötesinde bir kültürel dönüşüm aracı olarak görülüyor. Bu yaklaşımın 1946’dan sonra değiştiğini ve çeviriye atfedilen önemin daha ziyade edebiyat alanıyla sınırlandırıldığını söylemek mümkün. Bunu dönemin yazarlarının ve devlet adamlarının söylemlerinde rahatlıkla fark edebiliriz. Öte yandan popüler edebiyat türlerinde, örneğin polisiye, aşk ve macera romanları türlerinde faaliyet gösteren yayınevlerinin çeviriyle ilişkisi daha çok ticari boyutuyla öne çıkarılmıştır. Bense kitabımda bu özel yayın faaliyetlerinin artan okuryazarlıkla birlikte kitlelere okuma alışkanlığı kazandırmada ve alfabe devriminden sonra ortaya çıkan edebiyat “açığını” gidermede önemli bir işlev üstlendiğini savlıyor, özel yayınevlerinin de kültür planlaması sürecine katkı sağladıklarını belirtiyorum.


ULUSAL BİR GÖREV GİBİ YANSITILMIŞ

Cumhuriyet ve sonrasındaki kültürel süreç çeviri konusuna nasıl yansımış?

Daha önce de belirttiğim gibi, Cumhuriyet döneminde, özellikle ilk 20-25 yılda çeviriye atfedilen önem yeni bir gelişme değil. Cumhuriyetin ilanıyla ortaya çıkan, yeni keşfedilen bir olgu değil edebiyat çevirisinin kültürel işlevi. Çevirinin kültürel batılılaşma ve Türkçe edebiyatın gelişimindeki yerine dair 19. yüzyılda gelişen ve belki de 1897 Klasikler tartışmasında en net ifadesini bulan bir söylem var. Cumhuriyet döneminde aydınlar bu söylemi daha da vurgulayarak sürdürüyorlar. Çeviri adeta bir seferberlik ruhuyla yapılması gereken, ulusal bir görev olarak yansıtılıyor. Özellikle Cumhuriyetin erken dönemlerinde Batıdan yapılan klasik edebiyat çevirilerinin çoğunda dönemin ünlü yazarlarının imzası var. Özellikle klasik ya da saygın diyebileceğimiz eserlerin çevirisi sıklıkla yazar-çevirmenler tarafından yapılıyor. Edebiyat çevirmenliği ve yazarlık günümüzdeki kadar birbirinden keskin çizgilerle ayrışmış uğraşlar değil.

Bu süreçte çeviri bağımsız bir süreçte mi ilerliyor yoksa devlet politikalarının batılılaşma kriteri altında mı planlanıyor?

Devlet politikaları özellikle 1940’ta kurulan Tercüme Bürosu bağlamında çeviri süreçlerini birebir etkiliyor. 1939 yılında toplanan 1. Neşriyat Kongresi’nde Batı uygarlığının kurucu metinlerini Türkçeye aktarmak için bir çeviri kurumu tesis edilmesine ve bu kuruma bağlı bir de dergi çıkarılmasına karar veriliyor. Ayrıca öncelikli olarak çevrilip yayınlanması önerilen eserlerden oluşan uzun listeler oluşturuluyor. Tercüme Bürosu ve onun yayın organı Tercüme dergisi böyle bir bağlamda kuruluyor. Kitabımda Tercüme Bürosu, büronun çevirmenleri ve Maarif Vekaleti tarafından yayınlanan çevirilerinin devletin diğer bazı kültür atılımlarıyla bir arada değerlendirilmesi gerektiğini vurguluyorum. Bu açıdan Tercüme Bürosu’nun, Köy Enstitüleri, Halkevleri ve köy odaları ve devlet radyosu ile organik bir ilişki içinde olduğu düşünülebilir. Bunlar 1930-1940’lı yılların kültür planlaması süreçlerinin önemli sacayaklarını oluşturan kurumlardır.

Öte yandan özel yayıncılık alanında faaliyet gösteren Remzi kitabevi, Varlık Yayınları gibi yayınevleri de devletin kültür politikalarını yansıtan eser seçimlerinde bulunmuş, saygın çeviri edebiyat alanında Tercüme Bürosu’nu tamamlayıcı bir işlev üstlenmiştir. Ne var ki bu yaklaşımı bütün yayıncılara mal etmek yanlış olur. 1960’lara uzanan dönemde müthiş çeşitlilik arz eden, saygın/popüler edebiyat tanımlarının çok da geçerli olmadığı, çevirinin adlandırılması, sunuluşu ve yapılışı açısından günümüz çeviri normlarından oldukça uzakta yer alan bir popüler edebiyat alanı mevcut.

METİNSEL İNCELEMEDEN GEÇMİYOR

Tercüme Bürosu’na özellikle dikkat çekiyorsunuz. Devlet destekli bir çeviri kurumunun oluşturulmasının ulus inşası ve Batı’ya yönelişin bir parçası olduğunu, bu noktada Batı klasikleri, Yunan ve Latin Edebiyatı’ndan eserlere öncelik verildiğini dile getiriyorsunuz. Burada ilk olarak Tercüme Bürosu’nun çeviri tarihimizdeki yerini sormak istiyorum size. Akabinde bu anlayış çeviri ve edebiyattaki süreci nasıl şekillendirdi?

Tercüme Bürosu, örneğine pek az kültürde rastlanan, müthiş bir kurum. Büyük bir iddia ile yola çıkıyor ve özellikle ilk dönemi olarak nitelenen 1946’ya kadar devam eden ve kurucusu Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ile ilişkilendirilen ilk altı yılında çok yoğun bir uğraş sergiliyor. Hakkında pek çok çalışma var, büroya emek vermiş kişilerin büroyla ilgili izlenimlerinin ne denli olumlu olduğunu biliyoruz. Çeviribilim açısından ise Tercüme Bürosu ürünlerinin genel bir metinsel incelemeden geçirilmemiş olmasının eksiklik olduğunu söyleyebilirim. Ne tür eserlerin tercih edildiğini, bunların çevirilerinin hangi dillerden yapıldığını biliyoruz ama çevirilerde nasıl normların gözetildiğini, bu açıdan ne tür sistematik eğilimler olduğunu çok da iyi bilmiyoruz. Ben bu açıdan kitapta özellikle metinsel inceleme yapmak istedim. Karşılaştırmalı bir çeviri incelemesi yapılmadığı takdirde bilgilerimiz metinler etrafında oluşan söylemler ya da eleştiri yazılarıyla sınırlı kalıyor, oysa metinler üzerinde doğrudan çalışma yapılması çok önemli. İncelediğim bazı kitapların hem Tercüme Bürosu, hem de Tercüme Bürosu dışı çevirilerine bakma olanağı buldum ve okurların ilginç bulacağını düşündüğüm bazı ayrıntılı sonuçlara erişebildim.

Tercüme Bürosu’nun benimsediği ve geliştirdiği çeviri normları batıda geçerli edebiyat normlarına yakındı. Sadakat, kaynak metin ve yazarın öne çıkarılması, çeviride dipnotlar ya da metin içi bilgilendirmelerle okura eğitici bir çerçeve sunulması, bütün bunları yaparken erek dilde de akıcı ve rahat okunur bir ton benimsenmesi bu normlardan birkaçıdır. Tercüme Bürosu 1940’larda ve sonrasında diğer yayınevlerinin önünü açmış, klasiklerin çevirileri konusunda bir okul haline gelmiştir. Üstelik özel yayınevlerine çevirebilecekleri eser önerilerinde bulunmuş ve onların da nitelikli çeviriler yayınlamalarına destek vermeye çalışmıştır. Bu arada yalnızca çeviriye odaklanan bir dergi olan Tercüme’nin de çeviri ve çevirmenin görünürlüğünü o güne dek (ya da o günden sonra) hiç olmadığı bir düzeye getirdiğini de belirtmek gerekir.

Tercüme Bürosu dışındaki çeviri faaliyetleri ne durumdaydı?

Alfabe devriminden sonra çeviri faaliyetleri birkaç yıl ciddi bir durgunluk yaşamıştır. Bundan sonra da büro kuruluna kadar, 1930’lar boyunca yaşanan ciddi kaynak sıkıntısına rağmen çeviri yayınlar hızlanarak artmıştır. Hatta o dönemde bazı yazarlar çeviri eserlerin yerli kitaplara göre daha fazla rağbet görmesinden dolayı serzenişte bulunmuştur. Elbette özellikle Eski Yunan ve Latin klasiklerinin Türkçeye çevirisi Tercüme Bürosu ile ivme kazanmıştır. Ancak büronun kuruluşundan önce başlıca Avrupa dillerinden Türkçeye çok sayıda çeviri yapılmış, bu çeviriler fazla sistemli olmasa da hatırı sayılır bir külliyat oluşturulmuştur. Bu dönemdeki çeviri etkinliklerine dair bilgi edinmek isteyenler için İsmail Habib Sevük’ün iki ciltlik Avrupa Edebiyatı ve Biz adlı yapıtı iyi bir kaynaktır. Büro kurulduktan sonra da özel yayıncılar için bir esin kaynağı olmuştur. Tercüme Bürosu kurulduktan sonra da özel yayıncılar klasik edebiyat çevirileri konusunda çalışmaya devam etmişlerdir. Bu açıdan devletin klasiklerin çevirisiyle uğraştığı, özel yayıncıların ise tamamen popüler edebiyat çevirilerine odaklandığını söylemek yanlış olur. Ancak bir iş bölümünden söz edilebilir, özellikle Eski Yunan ve Latin klasiklerinin çevirisinin devlete bırakıldığı, özel yayıncıların ise daha güncel eserlere yöneldiği, hem saygın görülen hem de satış potansiyeli olan gerçekçi edebiyat örneklerine eğildiğini söyleyebiliriz.

Tamamen popüler edebiyat alanına odaklanan Petek ya da Güven gibi yayınevleri de vardı. Bunlar özellikle polisiye ve macera kitaplarına ağırlık veren, birer formalık, dergi gibi gazete bayilerinde satılan kitaplar yayınlayan yayınevleriydi. Tercüme Bürosu, Remzi, Varlık gibi yayınevlerinin kendilerine sunduğu repertuvarı izlemekte yetersiz ya da isteksiz olan okur gruplarının bu kısa, olay örgüsü basit ve kolay okunur kitapları tercih ettiği düşünülebilir. Öte yandan kitabımda bazı yazarların hatıralarına ya da verdikleri röportajlara dayanarak okurların klasik ve popüler edebiyat okuru olarak ikiye ayrılamayacağını ve her türde kitap okuyabildiklerini, “karma” okuma alışkanlıklarının bulunduğunu savunuyorum.

1923-1960 yılları arasında çeviri tanımlarındaki farklılıklara dikkat çekmişsiniz. Nasıl farklılıklardı bunlar?


Klasik ve popüler edebiyat çevirileri arasındaki en büyük fark çeviri tanımlarıydı. Tercüme Bürosu öncülüğünde saygın edebiyat alanında faal olan yayınevlerinin çeviri stratejileri bugünkü çeviri normlarına oldukça yakındı. Ben bunun özellikle 19. Yüzyıl süresince gelişen ve kaynak metin ve sadakati öne çıkaran batılı bir çeviri anlayışının sonucu olduğunu düşünüyorum. Popüler edebiyat ve çocuk kitapları çevirileri dünyasında ise çok daha büyük bir çeşitlilik söz konusuydu. Öncelikle çevirinin adlandırılması çok daha rastgele biçimde yapılıyor, birçok eserin ne çeviri ne de özgün yapıt olduğu belirtiliyordu. Bir şekilde çeviri olduğu anlaşılan (örneğin yabancı karakterler barındıran) eserler için de kaynak belirtilmeyebiliyordu. Klasikler çevirileri alanında belirleyici bir norm olan bütünsellik normu (yani çeviride eksiltme ya da ekleme yapılmasının kabul edilmemesi) popüler edebiyat alanında pek de geçerli değildi. Ayrıca yine popüler edebiyat alanında (hatta meslektaşım Müge Işıklar Koçak’ın çalışmalarında ortaya koyduğu gibi bazı edebiyat dışı bilgilendirici metinlerde de) çeviri olmadığı halde çeviri olarak sunulan (sözde çeviri) ya da çeviri olduğu halde özgün yapıt olarak sunulan (örtük çeviri) örneklere rastlamak mümkündü. Çeviri çok farklı biçimlerde tanımlanabiliyordu. Klasiklerin ya da saygın güncel eserlerin çevirileri daha çok “tercüme” ya da “çeviri” olarak nitelendirilirken popüler edebiyat ya da halk kitapları alanında yapılan çevirilerin sunumunda “nakil”, “iktibas”, “hülasa” gibi içeriği tam anlaşılamayan sıfatlar kullanıldığı görülüyordu. Ben kitabımda bunu Osmanlı döneminin bir yansıması olarak, edebiyatta yazarlık ve kaynak sorunsalına daha esnek bakan bir anlayışın devamı olarak açıkladım.

Bu dönemdeki çeviri çalışmalarının bugüne olan yansıması nedir sizce?

Kitabıma konu olan dönem Türkiye’nin kültür tarihi açısından çok önemli, bugün dünyaya bakışımızı, hatta zaman zaman kendimize tuttuğumuz aynayı şekillendirmiş bir zaman dilimi. Bu süre içinde özellikle Tercüme Bürosu’nun 1946’ya kadarki faaliyetleri (ve ürünlerinin devletin diğer kültür kurumları aracılığıyla okurlara ulaşması) Türk edebiyatının daha sonraki dönemlerde gelişiminde ve yeni yazar kuşaklarının yetişmesinde hayati önem taşıyor. Artık o dönemde şekillendirilen çeviri tanımı ve anlayışı “okurluk genlerimize” işlemiş durumda. Tercüme Bürosu’nun yapıt seçimlerini ya da çalışma ilkelerini eleştirenler bile büroyu bir referans noktası olarak almak zorunda. Üstelik Tercüme Bürosu ürünü olan birçok çeviri bugün hala yeniden basımlarla piyasada bulunuyor. Tercüme dergisi ise uzun soluklu oluşu ve yoğun içeriği ile kendisinden sonra gelen çeviri dergilerine örnek oluşturmuş, bugün hala çeviribilim araştırmalarında kaynak olarak kullanılan çok önemli bir yayın.

Kitabın ele aldığı dönemde popüler edebiyat alanına hakim olan, kaynak metni ve yazarı ikinci plana itebilen esnek çeviri tanımları ve anlayışı ise bugün kitap yayıncılığında artık görülmüyor. Ancak bloglar, e-edebiyat, haber yayıncılığı vb. bu anlayışı yeni alanlarda yaşatmaya devam ediyor. Gerçi bu Türkiye’ye özgü bir durum değil, bütün kültürlerde yaşanan, metin ve yazarlık kavramlarının göreceleşmesi ile oluşan bir dönüşüm.

#Çeviri
#Kültürel
#Dönüşüm
6 yıl önce