|

Büyük-derin kırılma

İslam dünyası toplumlarında telafi edilmesi bir türlü mümkün olmayan, olamayan, büyük, derin kırılmalar ve tarihten kopuş, içe ve geçmişe kapanmayla birlikte başlamıştı. Sözünü ettiğimiz bu kırılmanın başladığı günden bu yana Müslümanlar olarak, tarihsel gerçekliğe, gerçekliklere bir bütünlük içerisinde nüfuz edemeyen, bu gerçekliklerin mahiyetini/niteliğini/içeriğini bir bütünlük içerisinde tanımlayamayan, çözümleyemeyen, hatta tanımlamak veya çözümlemek istemeyen mistik/batınî/içrek bir dil, düşünce ve kültür kullanıyoruz.

Yeni Şafak ve
04:00 - 7/11/2017 Salı
Güncelleme: 02:03 - 7/11/2017 Salı
Yeni Şafak
Gündem
Gündem
ATASOY MÜFTÜOĞLU

Toplumlarımız, dinî ve politik popülizmler/hamaset yoluyla düşüncesizleştirildikleri için, sosyal, kültürel, siyasal anlamda güçsüz, etkisiz ve edilgin hale getirildiler. Günümüzde, İslami düşünce hayatı, İslami bünyenin tarihsel/yapısal/kronik zaaflarını, kronik edilgenliğini, kronik konformizmini, kayıtsızlığını, dışarıdan dayatılan her türlü müdahaleye açık oluşunu, savunmasızlığını, ve bütün bu patolojik durumların neden/nereden kaynaklandığını her nedense hiç konuşmuyor, gündemine almıyor.

Bir bilinç tarihine, tarih bilinci çerçevesine, entelektüel tarih ufkuna/yaklaşımına/yöntemine sahip olabilseydik, İslam toplumlarının yüzyıllardır maruz kaldığı yapısal, kronik sorunları, çözülme ve çöküş nedenlerini konuşuyor ve çözümlemeler üzerinde çalışıyor olacaktık. Entelektüel tarih yaklaşımı temelinde, şimdiye kadar toplumlarımızda bu bağlamda kapsamlı çalışmalar ve çözümlemeler yapılmadı, şimdi de yapılmıyor. Karşı karşıya bulunduğumuz sorunları duygusal ve ideolojik nedenlere bağlayarak kolaycılığı seçiyor, derin sorunlarla yüzleşmekten ısrarla kaçınıyoruz.

Bilinç tarihi ve entelektüel tarih açısından bakıldığında, İslam toplumları, muhtemelen 13. yüzyıldan itibaren, dinî düşüncenin, bilimsel ve felsefi düşünceyi dışlayarak, tahfif ederek kurumsallaşması sebebiyle, dünya ölçeğinde yaşanan tarihsel/siyasal/kültürel/sosyal/bilimsel değişim ve dönüşümleri takip etme ihtiyacı duymadı. Toplumlarımız, yaşadıkları dönemleri geçmişin değerleriyle şekillendirmeye çalıştıkları için tarihin yönünü, akışını, seyrini, dinamiklerini ve yeni durumunu anlamaya çalışmadılar.

ZİHİNSEL DÜNYA VE İKLİME İLGİ ARTMALI

İslami bünye, Aydınlanma çağıyla birlikte, modern dünyanın ifadesi olan bütün kavram ve kurumların, ırkçı ve ideolojik bir çerçeve/içerik temelinde yapılandırıldığını, dönemin ve takip eden dönemlerin egemen ideolojik zihniyetini meşrulaştırmak, onaylamak ve dokunulmaz kılmak üzere ideolojik bir dil ve bilgi sistemi oluşturduğunu gereği gibi göremedi; bu gelişmelerin, oluşumların, kendisi için hangi ölçüde bir tehdit oluşturduğunu, oluşturabileceğini algılayamadı. Sözünü ettiğimiz dönem-dönemler boyunca, tarihsel belirleyiciliği olan paradigmalar üretildi. Müslüman halklar/toplumlar, olayların/gelişmelerin dış yönünü yansıtan bir tarihle ilgilendikleri için, zihinsel dünya ile, zihinsel iklimle ilgilenmedikleri için, dünya ölçeğinde etkili olabilecek, zihinsel-entelektüel değişimi değerlendirme, yorumlama ve çözümleme konusunu açıkça ihmal ettiler.

Tarihin dışında yaşayan bir kültürün, tarihe kavramsal-kurumsal anlamda katkılarda bulunması düşünülemezdi. Erken modern dönemde, seküler bir dünyanın icat ve inşasını gerçekleştirmek üzere önce din-siyaset ayrımı, daha sonra da akıl-vahiy bütünlüğünün parçalanması kavramsallaştırıldı ve kurumsallaştırıldı. Daha sonra da, bu kavramsallaştırma ve kurumsallaştırma emperyalizm yoluyla, sömürgecilik yoluyla evrenselleştirildi. Bütün toplumları etkileyecek şekilde, dünya görüşü ve hayat tarzı tarihi, sözünü ettiğimiz bu ayrımlar ve parçalanmalar üzerinde temellendirildi.

İslam dünyası toplumlarında telafi edilmesi bir türlü mümkün olmayan, olamayan, büyük, derin kırılmalar ve tarihten kopuş, içe ve geçmişe kapanmayla birlikte başlamıştı. Sözünü ettiğimiz bu kırılmanın başladığı günden bu yana Müslümanlar olarak, tarihsel gerçekliğe, gerçekliklere bir bütünlük içerisinde nüfuz edemeyen, bu gerçekliklerin mahiyetini/niteliğini/içeriğini bir bütünlük içerisinde tanımlayamayan, çözümleyemeyen, hatta tanımlamak veya çözümlemek istemeyen mistik/batınî/içrek bir dil, düşünce ve kültür kullanıyoruz. Bu dilin, düşünce ve kültürün, İslam adına sahip olduğumuzu iddia ettiğimiz fikirlerimizin, tarihin ve hayatın içerisinde belirleyici bir karşılığının olmadığını görmemekte ısrar ediyoruz. Bu ısrar sebebiyle, günümüzde ilahiyat hayatı, düşünce ve kültür hayatı, İslami pratikleri içermeyen, pratiğe yol açmayan, hiç bir pratiği başlatmak gibi bir amacı olmayan kuramsal tartışmalarla İslami etkinlik-hizmet ürettiğini sanıyor.

KENDİ GERÇEĞİMİZİ GÖRMÜYORUZ

Günümüzde, toplumlarımızda “hikmet-i hükümet” geleneği, İslami olmayan her şeyi bir şekilde meşrulaştırabiliyor. Hikmet-i hükümet yaklaşımı, ne yazık ki, İslam’ı popülist milliyetçiliğin bir aracı haline getirebiliyor. Milliyetçi araçsallaştırmalar, milliyetçi sahiplenmeler, bağnaz bir taşralılık oluşturduğu için, İslami dayanışma iradesini, tüm zamanları, tüm insanları anlamaya-kuşatmaya çalışan büyük ahlaki ufku yok ediyor. Hikmet-i hükümet, her nasılsa, İslami unsurlar tarafından hiç bir şekilde sorgulanamıyor. Burada, insanın aklına, siyaset bilimci Karl Deutsch’un “iktidar, dinlemek zorunda olmamak demek” şeklindeki yorumu geliyor.

Yapısal, derin, köklü sorunlarla karşı karşıya bulunduğumuz halde, kendi gerçeğimizi görmüyor olmamız, ciddi bir körleşmeyle malûl bulunduğumuzu gösterir. Genç kuşakların entelektüel kültür edinme kaygılarının yerini, bugün, büyük ölçüde iş gücü piyasasına hazırlık kaygıları alıyor. Bir diğer tarafta dijital bağımlılık, genç kuşakların düşünme yeteneklerini büyük ölçüde zaafa uğratıyor. Kolektif edilginlikler, kolektif bilinçsizliklere yol açıyor. İslam üst kimliğinin yerine, alt kimlikler geçiyor. İslam sembolik ve kültürel bir sermayeye indirgeniyor. Önemli olanla önemsiz olanın birbirine karıştığı, her şeyin en ucuz, en hafif şekliyle yaşandığı hayatlar yaşıyoruz.

#İslam
#Sİyaset
#Milliyetçilik
6 yıl önce