|

Bu toprağın âşık ruhlu çocuklarıyız

Ankara Müzik ve Güzel Sanatlar Üniversitesi kurucu rektörü Prof. Dr. Erol Parlak, eğitim kurumları çerçevesinde geleneksel müziğin ihmal edildiğini ve neredeyse on iki bin yıllık Anadolu’nun aslında bir anlamıyla yok sayıldığını söylüyor ve “Bizler bu toprağın âşık ruhlu çocuklarıyız” diyor.

Yeni Şafak ve
04:00 - 12/08/2018 Pazar
Güncelleme: 04:55 - 12/08/2018 Pazar
Yeni Şafak
Ankara Müzik ve Güzel Sanatlar Üniversitesi kurucu rektörü Prof. Dr. Erol Parlak.
Ankara Müzik ve Güzel Sanatlar Üniversitesi kurucu rektörü Prof. Dr. Erol Parlak.

Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü sahibi Prof. Dr. Erol Parlak ile Kırşehir'de bu yıl ikincisi düzenlenen fikir babası olduğu Neşet Ertaş Kültür Sanat Festivali'nde bir araya geldik. Müzik serüveninin başlangıcından, icracılığından, Neşet Ertaş'tan, 1984- 94 yılları arasında Anadolu'nun çeşitli yerlerinde derlediği türkülerden ve tabi ki kurucu rektörü olduğu Ankara Müzik ve Güzel Sanatlar Üniversitesi'nden konuştuk. "Anadolu’muz aşıklar diyarı. Bizler de bu toprağın aşık ruhlu çocuklarıyız. Gönlümüzde var. Aidiyetlerimiz içinde zaten çok güçlü bir şekilde geleneksel müziğimiz geliyor. Binlerce yıldır bizler bununla yoğrulmuşuz” diyen Parlak, eğitim kurumları çerçevesinde geleneksel müziğin ihmal edildiğini ve neredeyse on bin yıllık Anadolu’nun aslında bir anlamda yok sayıldığını söylüyor.

Türk halk müziği ile tanışmanız ne zamana denk geliyor?

Benim halk müziği ile tanışmam çok küçük yaşlarıma denk gelir. Beş yaşındaydım. Babamız Almanya’da işçiydi, bizi de götürmüştü. Orada sol ayağım kırıldı. 60 gün yatağa bağlı kaldım. Yatakta makara teypten müzik dinledim sürekli. Aşık Mahsuni, Neşet Ertaş, Mahmut Erdal gibi ozanları dinledim ve o güzel sözlere, nağmelere ve ezgilere hayran kaldım.

Bütün uğraşlarımı sazımla değiştim

Elinize ilk sazı aldığınız anda ne hissettiniz?

60’lı yılların sonunda Ankara’ya gelip yerleştiğimizde müziğe olan ilgim günden güne içimde büyüyordu. İlkokul birinci sınıftayken okulda bir mandolin kursu başladı. Kursa gittim. Mandolinle verilen şarkıları çalıyordum ama sonrasında türkü çalıyordum. Öğretmenimiz Mustafa Arı çok aydın bir öğretmendi. Onun desteği ile bana bir cura aldık. O günden sonra hiç bırakmadım. Hatta diğer tüm uğraşlarımı müzik için bıraktım. Ortaokula geldiğimde ise konservatuvar eğitimi almaya karar vermiştim. Hatta İstanbul Teknik Üniversitesi’nin konservatuvarına girmek gibi bir idealim vardı, sonrasında gerçekleştirdim.

İçinizdeki bağlama aşkını türkü sevdasını hangi kelimelerle anlatırsınız?

Anadolumuz aşıklar diyarı. Bizler de bu toprağın çocukları olarak doğuştan aşık ruhluyuz. Gönlümüzde var. Aidiyetlerimiz içinde zaten çok güçlü bir şekilde geleneksel müziğimiz geliyor. Binlerce yıldır bizler bunlarla yoğrulmuşuz. Bunun tarifi de zor, ama derin bir bağlılıkla müziğe bağlandığımı biliyorum. Bu bağlılık hala aynı tazeliği ve güçlü haliyle sürüyor. Belki de beni ayakta tutan, hala üretim içinde, sanata bağlı tutan da bu duygunun ilk günkü gibi köklü ve güçlü olması.

Makara bantlardan sonra hangi aşıkları kimleri dinlediniz?

Daha sonraları Musa Eroğlu, Yavuz Top ve Arif Sağ’ı da dinledim. Ancak, Neşet Ertaş’ın büyük üstatlığı, özgün kimliğine dayalı güçlü ekolü yaşamım boyunca beni etkiledi. Zaten sazda, seste, çalma söylemede bir şeyler öğrenmeye başladığınız zaman zirvenin Neşet Ertaş olduğunu, bir umman-ı derya ile karşı karşıya kaldığınızı görürsünüz.

Enstrümanımı değiştirdim

Usta çırak ilişkisi içinde yetişmediniz. Akademi eğitimi aldınız. İcrada kendinizi nasıl geliştirdiniz?

Saza geçtiğimde ders alacak saz hocası yoktu, kendi kendime kulaktan çalıyordum. Ancak, belirtmeliyim ki Ankara’nın tam bir kültür şehri olduğu Hamamönü, Samanpazarı bölgesi müzik atölyelerinin adeta birer kültür yuvası olduğu dönemleri yaşamak belki de bizler için en büyük eğitim oldu. Büyük ustalar oralara gelir, çalıp söyleyip meşk ederler, bizler de onlara denk gelebilmek için fırsat kollardık.

Hangi ustalar gelirdi?

Neşet Ertaş başta olmak üzere Musa Eroğlu, Zekeriya Bozdağ, Hacı Taşan ve hayal meyal hatırladığım kadarıyla Muharrem Ertaş’ı ve dönemin büyük ustalarından Güdüllü Hasan Yücel’i ve adını hatırlayamadığım daha nicelerini oralarda dinledim.

Konservatuvara bağlama çalmak için giriyorsunuz ama farklı bir enstrümanla devam ediyorsunuz. Neden?

Ben konservatuara girdiğimde sazda epeyce ilerlemiştim. O günkü aklımla gönlümüzde yer etmiş büyük ustaların derslerimize geleceğini sanıyordum ama öyle olmadı. Yani beklediğimi bulamamıştım. Bunun sonucunda kısa süre sonra dilekçe verip enstrümanımı değiştirdim ve nefesli sazlardan mezun oldum. Ancak, özellikle belirtmeliyim ki rahmetli hocam Nida Tüfekçi’nin çok büyük emeklerini gördüm. Kendisi zaten sazda çok büyük bir usta idi. Benimle yakından ilgilendi. Kendisinde çok şey öğrendim. Onun yönlendirmeleri ile Anadolu ustalarını bir bir tanımaya ve inceleyerek hepsinden bir şeyler öğrenmeye başlamıştım.

Binden fazla türkü derledim

Derlemelere ne zaman ve nasıl başladınız?

Anadolu ustalarını ve müziğini incelemeye başladığımda ilk fark ettiğim şey, muazzam bir kültür coğrafyasında, büyük bir çeşitlilik, renklilik ve derinliğin ortasında yer aldığımız ama genel olarak çoğundan bihaber olduğumuzdu. Yapılan kurumsal derleme çalışmaları dışında fazlaca bir şey yoktu. Az sayıda kişinin özel gayretleri ile ilerleyen bir durum vardı. Ben de bir şeyler yapmalıyım diye gönlüme bir sızı, bir dert düştü. Bu devrenin başlarında daha çok koleksiyoncu gibiydim. Sonra sonra bir derlemeci bilinci oluşmaya başladı. Orta Andolu’da, Çukurova’da, Doğu Andolu’da, Teke bölgesinde on yıl bilfiil alan araştırmaları yaptım. 1984 ile 1994-95 arası. Buralarda çok muazzam ürünlere ulaştık. Biyografimde bin kadar ezgi derledi yazıyor ama bilmiyorum belki de biraz daha fazladır.

Bir derlemeci olarak çok kısa mesafelerde çok farklı söyleyiş tarzlarının gelişmiş olmasını nasıl yorumlarsınız?

Aynı evde Muharrem Ertaş başka türlü, oğlu Neşet Ertaş farklı çalıp söylüyor. Bunun örneğine başka yerlerde rastlamak pek mümkün görülmüyor. Bu durum Anadolu’nun dünyanın belki de en renkli, çeşitliliği en çok olan bölgesi olmasından kaynaklı. Bir kültür araştırmacısı için aslında çözülmesi zor da bir durum. Bunu anlamak için iyi bir donanım gerekiyor. Sahayı iyi tanımak, birikimi iyi anlamak gerekiyor.

Siz nasıl üstesinden geldiniz bu durumun?

Ben belli bölgeler seçtim. Belli ekoller üzerinden giderek uzmanlık alanları oluşturmaya böylelikle yoğunlaşmaya çalıştım. Bunlardan biri Abdallar kolu, biri Alevi Bektaşi müziği, bir diğeri de Doğu Anadolu müzikleriydi. Sonrasında da Teke bölgesi Yörük Türkmenlerinin kültürü de eklendi ki modern şelpe tekniği özellikle buradan kaynaklandı.

Anadolu yok sayıldı

Ankara Müzik ve Güzel Sanatlar Üniversitesi'ni kurmak istemenizin arka planı nedir?

Osmanlı’nın son iki yüz yılından itibaren kültürel alanda da çok büyük bir karmaşa şekillenmiş, “batılı olalım, doğulu olalım, Osmanlı kalalım” gibi çeşitli anlayışlar etrafında büyük çatışmalar yaşanmış. Müzik ve sanat eğitimi verilen kurumlarımızın neredeyse tamamı batıcılar tarafından kurulmuştur. Öyle ki ilk konservatuvardan İstanbul Türk Müziği Devlet Konservatuvarı kuruluşuna kadar geçen yarım yüzyılda hep yasaklamalar, kurulmaması yönünde yürütülen kampanyalar ve propagandalar bu çarpık anlayışın birer trajik izdüşümleridir. Bu düşünce karmaşası ve çarpık yapılanma nedeniyle ülkemizin müzik sanatında malesef çok büyük ilerlemeler kaydedilememiştir. Dünyanın en zengin kültür coğrafyasında yer alan ülkemizin dünyada hak ettiği yere gelememesi bir yana doğru düzgün tanınmıyor oluşu ise bunun en temel sonuçlarındandır. Bu bir diğer anlamıyla kültür tarihi Göbeklitepe buluntuları ile on iki bin yıla tarihlenen Anadolu’nun kadim kültür sanatının ülkemizin bilim-sanat kurumlarında bir anlamıyla yok sayılmasıdır.

Siz de bir üniversite kurulmasını öngördünüz.

Ülkemizin sahip olduğu tüm imkanları olumlu bir potansiyel olarak samimiyetle kabul eden, ayrımcılığa düşmeden gerçekçi bir biçimde temeline on iki bin yıllık Anadolu’yu ve altı yüz yıllık Osmanlı Devlet geleneğinden gelen kadim birikimi yerleştiren, bunu dünya ile bütünleştirme yolunda da başta batı müziği olmak üzere dünya müziklerini de ele alan yepyeni bir anlayış ve kurum oluşturmak gereği öteden beri kafamı kurcalardı. İşte Ankara Müzik ve Güzel Sanatlar Üniversitesi bu düşünce ekseninde ortaya çıktı. Sayın Cumhurbaşkanımız tarafından benimsendi ve akabinde talimatlarıyla kuruldu. Ben de 17 Ekim 2017’de rektörülük görevine atandım.

Eğitime hazır mı okul?

Müzik Bilimleri ve Teknolojileri Fakültesi’nin eğitime başlayabilmesi yönündeki bütün prosedürleri tamamladık. 14-17 Ağustos tarihleri arasında sınavlar yapılacak ve Eylül ayında Lisans eğitimi başlayacak. Bunun yanında Yüksek Lisans ve Doktora programlarımıza öğrenci alımı da gerçekleştirerek eğitime başlayacağımızın müjdesini de buradan vermek isterim.

Eğitimde geleneksel sazların olmayışı çok travmatik

Geleneksel müziğimizin eğitimde henüz üniversiteye gelmeden
yaşadığı sorunlar yok mu?

Temel önerilerden biri de ilkokuldan itibaren eğitimin bütün kademelerine geleneksel müziğimiz ve çalgılarımızın yerleştirilmesinin ne kadar önemli olduğu idi. Zira bu konu az önce dile getirdiğim çarpık yapılanmanın travmatik sonuçlarından bir diğerine dair en temel örneklerdendir. Ülkemizde milyonlarca saz çalan var, insanımız türküler söyleyip saz çalıyorlar ama kendi ülkemizde çocuklarımız geleneksel müzik eğitimi almak için üniversite çağına kadar beklemek zorunda. Okullarımızdaki eğitim materyali ise artık dünyada terk edilmiş yabancı unsurlardan oluşuyor. Çocuklarımız ister istemez popüler kültürün çarkına kapılıyor. Yani sazın, tanburun coğrafyasında mandolinin, neyin, kavalın coğrafyasında blok flütün, melodikanın anlamsızlığı çocuklarımızı müzikten soğutuyor.


Aşkın zirvesini Neşet Usta’da gördüm

Neşet Ertaş’ın içindeki aşkla sizin türkü aşkınız
arasında nasıl benzerlikler var?

Neşet Usta çağlara sığmayacak ve bir daha da zor gelebilecek bir usta. O bir gönül dağı. Adeta içinde volkanlar patlayan bir yanardağ gibi. Onun aşkı çok başkaydı. Onun ardından söylediğimiz bir şiir dörtlüğünde bu yönü dile geliyor:

İnsanın velisi yolun ulusu/ Ummandan süzülmüş aşkın dolusu/ Aşkın zirvesiydi, gönül delisi/ Ağla sazım ağlanacak zamandır. Ben aşkın zirvesini, yüreğin köz gibi yanma halini onda gördüm.. Onunki kadar olamasa da hepimizde aşkın o saf, temiz özü var ve bizim aşkla bağlılığımız bir nebze de olsa benzeşiyor.

#Yeni Şafak
#Pazar Eki
#Erol parlak
#Türk Halk Müziği
6 yıl önce