|

Berlin’de gri bir duvar

Naime Erkovan’ın “Olay Berlin’de Geçiyor” adlı beşinci kitabı, TYB öykü ödülünü kazandı. 15 öykünün bulunduğu kitapta okuru, yenilenen bir üslup bekliyor.

Yeni Şafak
15:23 - 14/02/2018 Çarşamba
Güncelleme: 15:47 - 14/02/2018 Çarşamba
Yeni Şafak
​Naime Erkovan’ın “Olay Berlin’de Geçiyor” adlı beşinci kitabı, TYB öykü ödülünü kazandı. 15 öykünün bulunduğu kitapta okuru, yenilenen bir üslup bekliyor.
​Naime Erkovan’ın “Olay Berlin’de Geçiyor” adlı beşinci kitabı, TYB öykü ödülünü kazandı. 15 öykünün bulunduğu kitapta okuru, yenilenen bir üslup bekliyor.

Almanya’ya yolu düşen işçi ailelerinin hikâyesi, kâh bir dost masasında, kâh satır aralarında kulağımıza çalındı. Fakat hiç tanımadıkları yabancı bir ülkeye varan ailelerin yaşadıkları, uzaklığını ve bilinmezliğini her zaman koruyordu. Naime Erkovan, 2017’nin Kasım ayında beşinci öykü kitabıyla gurbete yolu düşenlerin öyküsünü bize yaklaştırmayı başardı. Onların öyküsünü anlatmakla kalmadı, okuyucuyu da hikâyelerin içine çekip yabancı bir şehrin sokaklarında dolaştırdı. “Olay Berlin’de Geçiyor” Almanya’ya göç eden gurbetçi Türklerin yaşadıklarını Erkovan’ın kendine özgü üslubu ve kurgusal zenginliğiyle anlatıyor. On beş öyküden oluşan kitap küçük bir çocuğun gözlem gücü, dizginlenemez merakı ve hayata dair soruları üzerinden şekilleniyor. Daha önce, “Beşinci Düğme”, “Soğuk Taht” gibi fantastik öyküleriyle öne çıkan yazar, “Asılsız Hikâyeler” kitabıyla türler üzerinde başarılı denemeler yapmış, “Ay ve Güneş Kumpanyası”nda tarihin kadim kahramanlarını dönüştürüp yeniden kurgulamıştı.

GERÇEKLİĞİN ORTASINDA

Erkovan, “Olay Berlin’de Geçiyor” kitabıyla adına ‘gurbet’ diyerek geçtiğimiz uzak bir kelimeyi yakınlaştırıp büyütürken okuyucunun da bu kelimeyi sadece söylemekle kalmayıp yaşamasını istiyor. İki bölümden oluşan kitap “Bana Olanlar” ve “Şehre Olanlar” şeklinde ikiye ayrılmış. Küçük bir kızın gözleriyle bakıyoruz şehre, ve şehrin içinde barındırdığı kültüre. Hikayelerin “Gör,” , “Dokun,” “Kokla”, “Tat” ve “Duy” başlıklarını taşıması bu yüzden. Her öyküde bir adım daha yaklaşıyoruz gurbetçi ailelerin hayatlarına. Karşımıza çıkan öykü kahramanı, okul koridorlarına götürüyor okuyucuyu. Fotoğraf çekilirken gülümsemek zorunda olan çocuklar, her annenin söylediği o şaşmaz cümleyle tanışıyor, “Yabancı biri bir şey verirse sakın alma.” Gerçekliğin ortasında buluyoruz kendimizi, beş duyumuz birden çalışırken, şiirsel bir uslüpla hissetmeyi yeniden öğreniyoruz, “Bu deniz hisset dedim kendime. (...) Hisset, bu soğuk, bunlar da ayakların, dedim. (...) Hisset, bu kalbin, dedim. Bu mavi, hisset dedim. Mesela değil, gerçekten yalın ayak yürüyordum kaldırımda. Hava sıcaktı, annem beni görmüyordu. Bu özgürlük, hisset dedim kendi kendime ama sakın alışma.”

Naime Erkovan, görünmez detaylara bir öykücü dikkati ve titizliğiyle eğilerek onları yeniden çerçeveliyor. Okuyucuya kokular, tatlar eşlik ederken sesleri duymaya başlıyoruz. Öyle ki; şehrin söylediklerini duyabilmek için kahramanımızın kalbi yavaşlıyor. Pür dikkat çevresinden gelen sesleri duymaya çabalayan çocuk, en çok da ölümün sesini merak ediyor, “Nefesimi yavaşlattım ki, kalbimi inandırmayı başarayım. Oluyor bir süre sonra. Nabzım hızını kesiyor. Çok da zor değilmiş ölüm.” Ölümün sesini duymaya çabalayan çocuk, bütün sesler arasında yine tek gerçek sesle uyanıyor. Yeşil ışıklı bir saatin içinden gelen ses, şehrin gürültüsünü bastırırken aile bireylerinin hepsini alıp başka bir diyara, hemen alışıp benimsedikleri farklı bir ülkeye götürüyor, “Bir adam ezan okuyordu. O kadar güzeldi ki adamın ezanı bitirir bitirmez bizi saatin içinde açtığı geçitten cennete götüreceğini sandım.”

Dikkatli okurlar için duvarları aşan, geçmişin katılığını yumuşatan, dünyanın diğer renklerini hatırlatan küçük hikâyeler gizlemiş Naime Erkovan. On beş öyküden oluşan kitabın girişlerinde tek bir cümleye saklanmış bu hikâyeler. Uzak ve isimsiz bir ülkeden, yaklaşmakta olan umutlu bir gelecekten bahsediyor kısa cümlelerle. Öyküler ne kadar somut ve katıysa, giriş cümleleri bir o kadar soyut ve değişken. Anıların geçmişte sıkışıp kalamayacağını, zamanın akışkanlığını çağrıştırıyor. Kalın ve bitmek bilmeyen uzun bir duvarın çatlaklarından sızıp gökyüzüne karışıyorlar.

İkinci bölümde, önce gölgelere, sonra bir baca temizleyicisine rastlıyoruz. Meraklı kahramanımız, şehrin sırlarıyla tanışıyor ilk kez. Oyuncakçı vitrinine gözünü diken çocuklar, mutlu paranın ne demek olduğunu sorgulamaya başlıyor. Berlin sokaklarına aşina olurken bir mahkumun yüzü beliriyor satırlarda, “Benimle birlikte büyük ve affedilmez suçlar işlemiş bir mahkum yaşıyor bu şehirde. Yüzünü görmedim, o da beni hiç görmedi ama bu şehirde biliyorum. Ben bunları düşünürken o da şunları düşünüyor: Benimle birlikte her sabah uyanan küçük bir kız yaşıyor bu şehirde.”

“Uzun Ömürlü Sır” öyküsü evin duvarından gelen bir boşluk sesiyle çınlıyor. Her çınlamada, aile bireyleri yeni hayaller, bir gün elbet ulaşılacak umutlarla dolduruyor boşluğu. Hikâyedeki karakterlerin boşluğa doldurduğu düşünceler gurbetin insanlarda bıraktığı izlerin birer sembolü gibi. Berlin sokaklarına sızan, aile reislerinin iş yerlerine götürdüğü, pazarlara taşıdığı, uykularında bile uzaklaşamadıkları ses, bir gün elle tutulacak kadar yakındır aile bireylerine. Fakat dokunmaya bir türlü cesaret edemezler.

“NEDEN DUVARLA KONUŞMAYA

ÇALIŞMADINIZ?”

Erkovan’ın öyküsündeki gri duvar, öncelikle kitabın kapağında karşılıyor okuyucuyu ve bir avuç soru bırakıyor uzanan her ele. Berlin Duvarı’nın karakterlerde bıraktığı izleri, iki hikâyede görebiliyoruz. Birinci öykü, “Perondaki Duvar”. Hiçbir trenin önünde durmaya cesaret edemediği Berlin Duvarı’na kahramanımız peronun camından merakla bakıyor. Onu zihninde taşımakla yetiniyor belli bir süre. Günler, belki de aylar sonra yasaklı istasyonda soluklanan tren, öykünün de kaderini belirliyor. Trenlerin önünde durmaya cesaret edemediği istasyonu, bir çocuk adımlıyor yakaladığı ilk fırsatta. Bütün trenleri kaçırma pahasına ayrılıyor yerinden. Askerler nedir ki, soğuk bir duvarın yanında, “Henüz çocuktum. Büyüyünce yuvarlak bir miğfere ve kimsesiz bir kaputa dönüşecektim ama henüz değil. Gelip geçen fakat durmayan trenler büyütecekti beni.”

Kahramanımız ,“Perondaki Duvar” öyküsüyle ilk kez duvarla buluşurken biraz sabırlı olmalıyız. Yazar, birden bire değil, alıştıra alıştıra ve adım adım yaklaştırıyor okuyucuyu bu duvara. Şehrin okullarından geçip, oyuncakçı vitrinlerini gözlemledikten sonra; baca temizleyicisinin hikâyesini dinleyip, mahkumun varlığıyla tanışalım ki duvarın sarsılmaz gücünü kavrayabilelim. “Sen Duvarsın” hikâyesi, kitabın can damarı sayılabilir. Yazar, pencereler açmıyor duvara, onu eritmeye çalışmıyor. Soğukluğu, griliği ve uzunluğuyla seviyor onu. Okuyucuya da sevdiriyor. Bir duvarla nasıl konuşulur, öğretiyor hepimize. Sonra da satırların gizli aralarında şöyle soruyor, “Sahi sizin hiç böyle duvarlarınız olmadı mı? Neden onlarla konuşmaya çalışmadınız?” Belki o önünde çakılıp kaldığınız duvar sizinle asla konuşmayacak, ama pekâlâ siz konuşabilirsiniz onunla. “Sen bir duvarsın,” deyin, bakalım ne cevap verecek.

Naime Erkovan’ın yenilenen üslubu, öykü kurgulamadaki yeteneği “Olay Berlin’de Geçiyor” kitabıyla bir kez daha kendinden söz ettiriyor. Sayfalarda gezinirken Türkiye’den bir süre uzaklaşıp kendinizi yabancı bir şehirde bulacak, usta bir kalemin satırları arasında Berlin sokaklarını adımlayacaksınız. Kitap, Türkiye Yazarlar Birliği’nin düzenlediği “Yılın Yazar, Fikir Adamı ve Sanatçıları” seçiminde öykü dalında ödüle layık görüldü.


#Berlin
#Duvar
#Öykü
6 yıl önce