|

Asırlık birikimleri emanet eden dergi

İslâmın Nuru sayfaların çevirirken, orada yayınlanmış dini makalelerin kalp ve ruhu, düşünceyi aynı anda tatmini ile karşılaşıyor, buna nedense şaşırıp kalıyoruz. Sayfaları çevirirken bir de hatırımıza şu geliyor: Dini idrak biçimiz, ahlâk telâkkilerimiz o yollara göre ne kadar da değişmiş?

Yeni Şafak
13:59 - 9/05/2018 Çarşamba
Güncelleme: 14:01 - 9/05/2018 Çarşamba
Yeni Şafak
İslamın Nuru dergisinde, Mehmet Aikf Ersoy, Elmalılı Hamdi Yazır gibi birçok önemli isim yan yana...
İslamın Nuru dergisinde, Mehmet Aikf Ersoy, Elmalılı Hamdi Yazır gibi birçok önemli isim yan yana...
NECMETTİN TURİNAY

İlk sayısı 1951 nisanında çıkan İslâmın Nuru dini, ilmi, ahlâki ve edebi bir mecmua olarak sunuyor kendisini. Her sayısı 48 sayfalık bir hacme sahip olan İslâmın Nuru, yakın zamanlarda veya halen çıkmakta olan dergilerin hemen hiçbirine benzemiyor. Bu farklılık harf karakteri, sayfa düzeni veya kağıt kalitesi bakımından değil. Doğrudan doğruya temsil ettiği dini anlayıştan, daha yerinde bir ifade ile de ortaya koyduğu dini ve ahlâki vecdin yüksekliğinden, derinliğinden kaynaklanıyor.

İslâmın Nuru sayfaların çevirirken, orada yayınlanmış dini makalelerin kalp ve ruhu, düşünceyi aynı anda tatmini ile karşılaşıyor, buna nedense şaşırıp kalıyoruz. Sayfaları çevirirken bir de hatırımıza şu geliyor: Dini idrak biçimiz, ahlâk telâkkilerimiz o yollara göre ne kadar da değişmiş?.. Gerçekten İslâmın Nuru’nu inceledikçe içimizde bir açılma, ruhumuzda bir dirilme, ahlâka bakan yanlarımızda da derin ürpertiler duyuyoruz. O anda da elimizde olmayarak iç geçiriyor ve diyoruz ki: Orada yazan ulemâdan kişiler veya yeni yazıcılar bize hiç mi hiç benzemiyorlarmış!..

NEREYE GİTTİ O İYİ İNSANLAR?

Yüksek fikirli, yüce ahlâk sahibi kişiler diye hayıflanmadan yapamıyoruz. Çünkü o eski nesillerin kaleminde iman, gerçekten yüksek bir değer olarak size sirayet ediyor, bundan da bayağı bir haz duyuyoruz. Bir de onlar ahlâka öyle bir önem veriyorlar ki tahmin edemezsiniz. Hem bunu, İslâmın Nuru’nda yazan çeşitli kalemlerin kişiliklerinde tecessüm etmiş bilmek ayrı bir zevk, hem de o yazılardan sirayet eden ahlâki arınmışlığı fark etmek daha ayrı bir zevk!..

Şimdiki zamanın dini kavramlarından soyundurarak onu bir din, iman ve ahlâk temsilinden ziyade herhangi bir felsefeye ve siyasi meşrebe indirgeme çabaları ile, İslâmın Nuru’nun hiç mi hiç ilgisi kurulamıyor. Kuşkusuz onlar da İslâmı lâyık olduğu seviyede yüksek bir tefekkür diliyle konuşuyor, anlatıyorlar. Kime ve hangi seviyeye hitap ettiklerinin şuurundan bir an bile uzak düşmeyerek!.. Bu bakımdan İslâmın Nuru’nu ve temsil ettiği anlayışı ne Ortadoğu’dan sirayet eden sekter din telâkkileri ile, ne de basbayağı pozitif, modernist tutumlarla eşleştirmek kabil olmuyor. Çünkü onların herbiri, evrensel bir medeniyetin vârisleri olduğunun şuuru ile yazıyor ve konuşuyorlar.

Orada kimler yok ki?

Şimdi çoğu unutulmuş, çoğunun da eserleri okunmaz hale gelmiş geniş ve büyük bir kadro var karşımızda. Belki bazıları vefat etmiş, bazıları da yaptığı çalışmalar elle yazılmış, basılma imkânı bulamamış mazlum ve mükedder, fakat yüksek ilim kapasiteleri ile her bakımdan temayüz etmiş bir sınıf!.. İşte onlar İslâmın Nûru’nda, son bir defa olarak bize içlerini, asırlık birikimlerini açıyor ve emanet bırakıyorlar.

Daha o anda da hatırımıza şöyle bir şey geliyor: Keşke iki cilt ve 24 sayı olarak çıkabilen İslâmın Nuru’nu her hangi bir yayınevi, meselâ yenice ve büyük heyecanla işe başlayan Yeni Şafak yayınları, tıpkı basım olarak yeniden ele alsa!.. Böylece de nereden nereye geldiğimizi ve neleri kaybettiğimizi, İslâmın Nuru’nun aynasından izlemek imkânını bulabilsek!..

ORADA KİMLER YOK Kİ DEDİM.

Orada başta Mehmet Akif olmak üzere Elmalılı Hamdi’ler, Hacı Zihni Efendi’ler, 1951 yılı içinde vefat edecek olan Tahirül Mevlevîler yan yana!... 1951’de İstanbul müftülüğü görevinde bulunan Ömer Nasuhi Bilmen, Kuran tilâvetinde ve hafızlıkta büyük bir ekol teşkil eden Beyazıt Camii imamı meşhur Abdurrahman Gürses hoca!.. Neydi onun okuyuşları ki o anda kubbeler titrer, dinleyenlerin ruhu evrenin genişliği derecesinde açılır da açılırdı. İşte hemen yanı başında da bu memleketi fukarasına, Mecnun’un Leylâsı’na olduğu gibi muamele eden Gönenli Mehmet Efendi veya bugünkü İmam Hatiplerin bânisi Celâlettin Ökten!..

İşte İslamın Nuru’nda, ciltlere sığmayan bir deha örneği daha: M. Asım Köksal!.. Esat Çamdibi, Kâmil Miras (Hadi hatırlayın bakalım bu kimdi?) Rahmetli Akif’in büyük bir eserini ithaf ettiği meşhur Fatin Gökmen ve daha niceleri!.. Sırf bunlardan da ibaret değil orada yazanlar. Kapatılan İlâhiyat Fakültesi’nin son nesil temsilcileri. Çoğu emekli, bir haylisi de çeşitli camilerde vâiz veya hitabet görevlisi çeşit çeşit isimler. Bir de bunların arasında, daha o yıllarda temayüz etmiş parlak bir nâsiye var ki, o da Ali Fuat Başgil’den başkası değil.

Bu hâliyle İslâmın Nuru’na, gençliklerini Osmanlı’nın son döneminde idrak etmiş, Cumhuriyet’in suskun yıllarının acısı ile yürekleri yaralı bir neslin son bir savleti olarak değil de, sonradan sonraya vuku bulan bir içtimâsı ve temsili nazarıyla bakabiliriz. Öyleyse İslâmın Nuru, rahmetli Mehmet Akif’in riyasetinde çıkan Sırat-ı Müstakim ile Sebilürreşat’ların peşinden gelen, 1925’ten başlayan 26 yıllık bir aradan sonra, yeni baştan bir zuhûru gibi bir mânâ taşıyor demektir. Ashabı Kehfin bir tarihte uykuya varıp, aradan yüzyıllar geçtikten sonra yeni baştan âlemlerimize teşrifi gibi bir hadise. O bakımdan İslâmın Nuru’nda okuduğumuz her metin yüksek bir olgunluğu ve tecrübeyi işaret ediyor. Klasik İslâmi geleneğin ve tarihi birikimin ne mânâya geldiğinin de şuuruna erdiriyor bizi.

Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden bir yıl sonra çıkmaya başlayan ilgili dergi, hangi ihtiyacı karşılamak için yayınlanıyor? Koca imparatorluğun çöküş tecrübesini edinmiş, fakat ruhları da bir o kadar yaralı, dini ve ilmi kapasiteleri bir o kadar yüksek sınıflar, nasıl olmuş da böyle bir dergiye vücut verebilmişler? Yeni bir rüzgâr mı esmiş, ne olmuş yani? İnzivalarından bir bir sökün eden bu tarihî zevat, nasıl olup da bir araya gelmişler diye düşünürken; dergi künyesinde ismi kayıtlı genç bir doktor, daha o yaşta musiki eserleri bestelemeye başlamış bir isim karşılıyor bizi.

BİR GENÇ DOKTOR:
ALİ KEMAL BELVİRANLI

İmparatorluk ve Cumhuriyet dönemlerinin her türlü birikimini hâiz, asır-dîde şahsiyetleri bir araya getiren, İslâmın Nuru sayfalarında müktesebâtlarını ortaya koymalarına imkân sağlayan kişi, işte o genç doktordan başkası değil. Dolayısıyla tıbbiyeden yenice, 1949’da mezun olmuş bu genç doktora, daha bir dikkat etmemiz gerekecek demektir.

Bu genç doktor, Alâattin Yavaşça’nın Tıbbiye’den dönen arkadaşı. Onun kadar büyük bir bestekâr, fakat şimdiki halde onu kimseler hatırlamıyor. Aynı zamanda da büyük musiki üstadımız Saadettin Kaynak’ın en seçkin talebelerinden biri. Bir de yukarıda adlarını verdiğimiz âlim ve üstadarın yâr-ı gârı, bir tür mahrem-i hâsı!.. Dolayısıyla onların her biri ile, derin bir muârefesi söz konusu. Daha doğrusu da tıp tahsili yıllarında onları dinleye dinleye, adeta genç yaşında kemâle ermiş pırıl pırıl bir zekâ örneği. Doğu ve Batı dillerine, kültürlerine de aynı derecede vâkıf bir yetenek.

Fakat bu kabiliyet İslâmın Nuru denemesine rağmen de yazıya, yazmaya kendini bütünüyle vermemiş. Birkaç kıymetli kitabı ile iktifa etmiş. İslâmın Nuru’ndan sonra ne olmuşsa olmuş, kendi inzivasına çekilmiş ve içindeki sesleri dinlemeye vermiş kendini. Kuşkusuz doktorluğunu insanlığa halka vakfetmekten gene de geri durmamış. Fakat o arada içindeki ezgili, ilâhi nağmelerin davetine uyarak, kendi müziğinin ummanında kaybolup gitmiş. Yahya Kemal’in dediği gibi, “gemiler geçmeyen bir ummanda” hâlâ daha gidermiş o!..

GEMİLER GEÇMEYEN BİR UMMAN’DA

Eğer siz onu tanımak isterseniz, önümüzdeki Ramazan ayında, sık sık icra edileceğini umduğum şu tür beste ve ilâhilerine kulak verebilirsiniz. Nitekim işte hicaz bir bestesi:

“Ruhum sana âşık, sana kurbandır efendim,

Bir ben değil, âlem sana hayrandır efendim.”

Ya da şu Hüseyni ilâhisini behemehal hatırlamanız unutulur:

Mevlâm sana ersem diye

Aşka düşen pervaneyim,

Cemalini görsem diye

Aşka düşen pervaneyim.

Daha böyle içten, aşklı ilâhiler ve besteler o doktoru, yani bu Ali Kemal Belviranlı’yı kendi koynuna çekmiş de çekmiş. Nihayetinde o eski ulemâ ile birlikte, sahip olduğu yüksek bir aşkın peşinde uyumuş ve bir daha da uyanmamış (2003).

Demek istediğim İslâmın Nuru’nun kurucusu Ali Kemal Belviranlı sanatkâr birisi. Yardımcısı Ömer Kirazoğlu’nun da yüksek mimar olduğunu, klasik sanatlarımızın estetiği ve ihyâsı yolunda önemli çalışmaları bulunduğunu kaydedeyim. Dolayısıyla İslâm’ın Nuru’nun ikinci bir özelliği, işte bu noktada toplanıyor. Kapağından mizanpajına ve içeriğine kadar İslâmın Nuru, o tarihe kadar örneğine şahit olmadığımız harika bir dergi tesiri bırakıyor insanın üzerinde. Kaldı ki onun sahip olduğu bu estetik görünüme, kendi dönemindeki laik veya dini, milli hiçbir yayın organında şahit olamıyoruz.

Sözünü ettiğimiz bu sanatçı tutum ve duyarlılık, sırf Ali Kemal ve Ömer Kirazoğlu ile de sınırlı değil. Dergide yazı yazan, ayet ve hadis tahlil eden, kelâm ve çağdaş düşünce ummanlarında kılavuzsuz dolaşan o eski üstatların ve ulemanın da sanata açılan yanlarının bulunduğu görülüyor. Ya musiki, ya şiir ve edebiyat, ya da hat, ebru gibi stilistik sanatlardan biri ile aşina bir görünüm veriyorlar. İşte oradaki her bir kalem sahibi, ilmî ve felsefî birikimlerini alâkalı oldukları bir sanat terbiyesi ile eşleştirerek arzı endâm ediyorlar. Devam edelim:

İslâmın Nuru bu yönüyle, 1940’lardan beri çıkmaya başlamış olan ne milli, ne de dini dergilerin hiçbirine benzemiyor. Baskı ve mizanpaj kalitesini, islâmî tefekkürün sanatla izdivaç ettirilmesinden doğan bir güzelliği veya seviye yüksekliğini kast etmiyorum. Bunlar ortada zaten. Onun için tekrarına lüzum görmüyorum. İslâmın Nuru’nun mevcut islâmi dergiler arasında daha farklı bir konumu var. O da her satırından tezâhür eden ilmî bir salâbet ve vakar yüksekliği. Ayak altında dolaşmayan, popülizme heves duymayan bir din ve iman temsili. Ne Demokrat Parti’yi yüceltmeye kalkışan aşırı bir yandaşlık havası; ne de devrilmiş bir iktidarın ardından “tam tam davulları“ çalmaya teşne bir ruh düşkünlüğü!...

Böyle yazdım diye, İslâmın Nuru’nun tarafsızlık gösterilerine kalkıştığını sakın sanmayın. Hayır, onlar tek partili yılların acısını derinden duymuş sınıflar ve bunun daima şuurundalar. Taraftarlık, yandaşlık, siyasî destek veya ödenek cambazlıklarına asla tenezzül etmeyen bir tutum sergilemeye çalışıyorlar. Gerek o yıllarda, gerek zamanımızda çıkan sayısız yayın organı ile İslâmın Nuru’nu mukayese edince, bu fark daha iyi anlaşılabilir diye düşünüyorum.

İSLÂMIN NURU NEDEN KAPANDI?

İslamın Nuru ilk sayısını 20 nisan 1951’de çıkarıyor demiştik. Fakat dergi kapağında nisan 1951 tarihini değil de, mayıs 1951 tarihini okuyoruz. Yani dergi mayısta çıkması gereken ilk sayısını 20 nisanda basıyor ve piyasaya öylece sunuyor. Bunun sebebi de 20 nisanın, peygamber efendimizin doğum gününe tesadüf etmesidir. Böylece İslâmın Nuru yayın hayatının başlangıcını; Hz. peygamberin doğuşu ile eşleştirmiş oluyor. Daha açığı da dinî hayatımız adına kendini büyük bir doğumun müjdecisi olarak sunmayı deniyor.

Ne var ki onun yayını ancak iki yıl kadar devam edebiliyor. Gene çıktığı ay olan 1953 nisanınında kapanmak durumunda kalıyor. Böyle parıltılı, kaliteli ve seviyeli bir dergi niçin kapanır? Bunu maalesef izah edemiyoruz. Fakat dergi, nisan 1953 sayısında yayına bir süre ara vereceğini, fazla uzun kaçmayan bir süre sonunda, daha kaliteli bir yayınla okuyucunun karşısına çıkacaklarını duyursa bile bunda muvaffak olamıyor.

1960’LARIN SIRRI

1960’lardan sonra Türkiye’de din düşüncesi büyük bir yenilenme dönemine girmişti. Yenilenme fakat aynı zamanda da büyük bir kırılma idi bu. Kendinden önceki birikimi yok saymaya kalkışmak gibi bir deneme. Ya da her şeyi kendisi ile başlatmak gibi garip bir iddia!.. Bu haliyle günümüz islâmcılığı kendi hafızasını yitirmiş, kendi tarihini yazmak ve kurmak bilincinden uzaklaşmış bir görünüm arz etmektedir. Çok uzaklarda bir Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşat tecrübesi, tek partili yıllardan da Necip Fazıl’ın Büyük Doğusu!.. Gerisi nerde? İşte modernizmin en büyük afeti burada aranmalıdır. Bu bakımdan kendi tarihimizden kopmakla, kültür ve medeniyetimizden kopmakla, kültür ve medeniyetimizden kopmak arasında nasıl bir paralellik bulunduğu, doğrusu hatırlanmaya değer.

İşte bu açıdan İslâmın Nuru’nda, Ali Fuat Başgil’in o muhteşem yazılarını kim, nereden bilsin? Rahmetli Erol Güngör’den aşağı kalmayan İslam ve toplum üzerine yazılar ki, hiçbiri kitaplarına girmemiş. Gene Başgil Pakistan’a gidiyor. Orada parlamentoda muhteşem bir konuşma yapıyor: “İslâm Dünyasının Bugünkü Durumu ve Geleceği” üzerine. Öyle bir birikim, öylesine yüksek evrensel bir kavrama gücü ki, hayran olmamak mümkün değil.

Pakistan’a dönem hükümetinin temsilcisi olarak giden Ali Fuat Başgil, orada Türkiye adına konuşuyor ve bütün İslâm dünyası için tek bir devlet çatısı altında birleşmeyi değil, irili ufaklı sayısız devletçikler değil, hepsinin üye olduğu evrensel bir federasyon tezi öneriyor. İslâmın Nuru’nun Ali Fuat Başgil gibi daha nice böyle yazıcıları var. Ali Nihat Tarlan, Hasan Basri Çantay, Halûk Nurbaki, Numan Kurtulmuş, büyük hukukçularımızdan Şakir Berki, Zekai Konrapa, Hat hocası ve yorumcusu Mahmut Yazır, Kemal Balkan, Semahettin Cem vs. yani neresinden bakarsanız bakın, İslâmın Nuru önemli bir dergi.

BELVİRANLI’NIN BİR HİZMETİ DAHA

İsterseniz onun bir hizmetini daha analım burada. Daha doğrusu da Ali Kemal Belviranlı’nın, Merhum Hasan Basri Çantay’ın üç ciltlik “Kuranı Hakîm ve Meâli Kerimi’nin çıkış haberi, derginin ekim 1952’de çıkan on sekizinci sayısında duyuruluyor. İşte bu büyük eserin ilk yazımını tashihlerini, sayfa düzenini gerçekleştiren kişi, o Ali Kemal Belviranlı’dan başkası değil. Hatta eserin basıldığı matbaayı bile ayarlayan odur. Ne büyük bir hizmet, düşünseniz ya!.. Eğer o Ali Kemal olmasaydı Çantay’ın meali, aynen Akifnâmesi gibi on beş yirmi yıl daha beklemek durumunda kalmaz mıydı?

İşte tarihin bazan böyle gizli kahramanları da oluyor demek ki!.. Ruhu şâd olsun. Kulaklarınızda da onun şu hicaz ilâhisi çınlasın dursun:

Ben resulü Kibriyânın bülbülü nâlânıyım

Mücrimin gerçi, cemâli Mustafa hayranıyım.

#İslamın Nuru
#Dergi
6 yıl önce