|

20. yüzyıl kaç yıl sürdü?

John Lukacs’ın pozitivist ve sınıf ayrımına dayalı tarihçilik anlayışına karşı verdiği savaş ona tarihçiler arasında müstesna bir yer kazandırdı. Dünyaca ünlü tarihçinin özgün tespitleri ve dede şefkatiyle anlattığı perspektifi yüzyılın bilgi karmaşasında onu bir aydınlık savaşçısına dönüştürüyor.

Yeni Şafak
04:00 - 12/12/2018 Çarşamba
Güncelleme: 11:41 - 11/12/2018 Salı
Yeni Şafak
Polonya
Polonya
SEZER ÇELEBİ

21. yüzyıl insanı postmodernizm, küreselleşme, bilgi çağı gibi birçok kavramı tartışıyor. Ancak 20. yüzyıl, iki dünya savaşı ve soğuk savaşla birlikte çok hareketli geçti. Önceki yüzyıldan da aldığı mirasla pozitivizm, komünizm, milliyetçilik, demokrasi, ilerleme, modernizm gibi iliklerimize kadar işlemiş popüler kavramların peşinde koştu insanoğlu. Bu illüzyonlara iman etti, onlar için savaştı. Marx bir peygamber gibi karşılandı, Einstein bir dâhiydi, Hitler bir şeytan, Stalin bir zalim, Amerika Big Brother… Ders kitaplarında, popüler yayınlarda, sinemalarda, TV dizilerinde… Bağışıklığı uzun süre güçlü tutmak mümkün değildi. Bunların tersini düşünen gericiydi, gerideydi, medeni değildi, demokrat değildi, iyi bir insan bile değildi belki.

Macar asıllı Amerikalı tarihçi John Lukacs tüm bu konulara kelimenin tam anlamıyla hayatını adamış bir tarihçi. Macaristan’ın Sovyet egemenliğine girmesine çeyrek kala terk ettiği yurdundan Amerika’nın kozmopolit rüyasına yaptığı göç onun hem Avrupa gerçeğini hem de Amerika gerçeğini anlamasını sağladı.

Tarihin, bilimin, felsefenin içine sızmış enfeksiyonlar olarak görebileceğimiz popüler kavramlarının hepsini tek tek ele alan, yeniden tartıya koyan ve kendi fikrini çekinmeden dile getiren Lukacs’ın tarih kitaplarında iki ayrı damar oldukça dikkat çekici. Bir taraftan “narrative” olarak da tabir edilen anlatıya dayalı tarih kitapları yazar. Bu türde Lukacs dünyada en çok Churchill’in Hitler ile savaşmak için kabineyi ikna ettiği 5 günü anlatan Five Days in London (Londra’da Beş Gün) kitabıyla tanınır. Churchill, Stalin, Hitler onun en çok üzerinde durduğu karakterlerdir. Onların fikirlerini, yönelimlerini, aksiyonları izlerken bir yandan da içten içe bu karakterlerin bilinen imajlarına meydan okur. Bir yandan tarih bilincinin onlara baktığı perspektifi içten içe bir kıvranmayla sorgular.

İkinci tür kitaplarında ise yeni bir tarih bilinciyle birlikte Modern Çağ ve 20. yüzyıl konularına odaklanır ünlü tarihçi. Daha önce Ketebe’den yayımlanan Modern Çağın Sonu, yıllar sonra yine Ketebe’den Aralık ayında raflara çıkan Yirminci Yüzyılın Sonu bu tür kitaplardan. Bu türde Lukacs’ın kişisel tarih anlayışı ve yaklaşımı çok belirgin ve özgün bir şekilde belirir.

İKİ BÜYÜK OLAYI DÜNYA SAVAŞLARI

Yirminci Yüzyılın Sonu Lukacs külliyatında bu anlamda ilginç bir yere oturuyor. Hem modern çağa, hem geçtiğimiz yüzyıla, hem de yüzyılın karakterlerine yer verdiği; düşüncesinin temel vurgularını ısrarla tekrar edebildiği, deneme türüne felsefe kapısından sokulan, bu türün dinamiklerine sığınarak zaman zaman da rahatlayıp samimileşebildiği bir kitap. Lukacs, 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkıldığı tarihten sesleniyor okurlara ve 20. yüzyılın bu duvarın parçalarıyla birlikte sona erdiğini ilan ediyor. Yazar bu büyük olayın ardından Doğu Avrupa gezisine çıkıyor ve gördüklerini, yaşadıklarını, hissettiklerini bizimle paylaşıyor. Çekoslovakya, Macaristan, Almanya, Hitler’in doğduğu Avusturya, Polonya’da hemen arkasından yaşananlara şahit oluyoruz. Bir yandan da önceki yüzyılın tarihine kısa kısa sondajlar yapıyoruz.

“Kısa bir yüzyıldı. 1914’ten 1989’a kadar sadece yetmiş beş yıl sürdü.” diyor Lukacs. “İki büyük olayı, iki dünya savaşıydı. Bunlar yüzyılın tüm manzarasına hâkim dev sıradağlardı. Rus Devrimi, atom bombası, sömürge imparatorluklarının sonu, komünist devletlerin kurulması, iki dünya süper gücü olan Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği’nin hâkimiyeti, Avrupa’nın ve Almanya’nın bölünmesi; bütün bunlar, gölgesinde yaşamakta olduğumuz iki dünya savaşının sonuçlarıydı”


Soğuk savaş, ılık savaş

20. yüzyılın bir diğer gerçeği olan Soğuk Savaş da onun kaleminden bir yanıltmacaya dönüşüyor sanki. Modern Çağın Sonu kitabında kısmen incelerken Yirminci Yüzyılın Sonu ve Yirminci Yüzyılın Kısa Tarihi kitaplarında bu konu derinlemesine gündeme geliyor. Sovyetler ve ABD’nin hiç savaşmadığını hatırlatıyor Lukacs. Sovyetlerin derdi kendi Demir Perde sınırlarını korumak, ABD’nin derdi ise Sovyetleri bu sınırda tutmaktı ona göre. Bu senaryo hiç değişmedi. Sovyetler kendi hakimiyet sınırları dışındaki hiçbir ülkeye sosyalizm konusunda destek vermediler örneğin. Ne Küba’ya ne de diğerlerine. ABD ve Sovyetler arasında neredeyse hiç çatışma olmadı ve bir çeşit danışıklı dövüş izledik.

Lukacs Modern Çağ’ın kavramlarının henüz içinin boşalmadığı zamanlara içten içe nostaljik özlem duyar kitaplarında. 18. yüzyıl ve 19. yüzyıl kendi çağının ruhunu daha çok yansıtır ona göre. Kurumların, fikirlerin hâlâ taze ve samimi olduğu zamanlardır bunlar. Bu büyük tarihçinin özlemini bizleri de ilgilendiren son bir alıntıyla yâd edelim:

“Türkler hâlâ Mezopotamya’nın, İspanyollar Küba’nın, İngilizler Hindistan’ın başında olsalardı, bu hepimiz için daha iyi olmaz mıydı? Ve bu ülkelerdeki tebaalarının durumları daha rahat olmaz mıydı?”

Macar asıllı Amerikalı bir tarihçiyi dinlediniz.

#POLONYA
5 yıl önce