Türk edebiyatının önemli isimlerinden Prof.Dr. Orhan Okay’ın vefatının ardından Büyüyenay Yayınları arasında “Tanıdığım Orhan Okay” adlı kitap çıktı. Alim Kahraman tarafından hazırlanan kitap yazarın Okay ile birlikte yaptığı İstanbul gezilerini ve bu gezilerde çekilen fotoğrafların arkasına düşülen notlardan oluşuyor. Yazar Alim Kahraman’la bu kitaptan yola çıkarak İstanbul’un dünden bugüne kültür sanat dünyasını konuştuk.
Belki şunu belirtmekle başlamam lazım; bir şahsiyet var kitabın odağında. O şahsiyetin, kişilik oluşumu üzerinde duruluyor. Kronolojik bir biyografi çalışması yaptım ayrıca. Mekân ise o şahsiyete bağlı olarak İstanbul… Bununla beraber bazı Anadolu şehirlerine de uzanıyor söz. İstanbul, kişilik oluşturucu işleviyle birinci sırada. Benim rolüm büyük oranda gözlemcilik. Ancak tanıklıklarım, izlenimlerim, çektiğim fotoğraflar, en azından bu kitabı düzenleme planındaki yorumlarım birbiriyle karışarak bir halita halinde kitabı oluşturuyor.
Evet, İstanbul’u eski İstanbullu bir beyefendinin gözünden izliyor okuyucu. Onun anıları, kendine özgü izlenimleriyle gittikçe zenginleşen ve derinleşen bir açıdan. Hemen hemen tüm İstanbul var. Ancak Orhan Okay’ın hayata uyandığı bir semt olarak Balat, kendine has bir yer tutuyor. Fatih, gezmek için birkaç gün ayırdığımız semtlerden biri. Şehzadebaşı, Beyazıt, Babıâli, Üsküdar, Çengelköy ve Boğaziçi’nin Anadolu yakası, Beykoz’daki yalıya yaptığımız ziyaret sebebiyle Ahmet Midhat ve Muallim Naci ailesinin bazı üyeleri, Levent ilk sıradaki mekanlar olarak sayılabilir.
Bir Fatma Nigâr Hanım vardır. Ahmet Midhat’ın torunu, Muallim Naci’nin kızı oluyor (biliyorsunuz Muallim Naci Ahmet Midhat Efendi’nin damadıdır). İşte o Fatma Nigâr Hanım’ın gelini Terhan Hanım hayatta; onunla ve çocuklarıyla tanıştık. Levent’teki evine ve Beykoz’daki Ahmet Midhat Efendi yalısındaki yazlık dairesine davet etti bizi. Çocuklarının isimleri Naci, Fatma Nigar ve Leyla Nigar. Onlarla da görüştük.
Bu semt, eski Osmanlı unsurlarını bir mozaik olarak içinde taşıyor. Müslümanlarlarla Yahudi, Hristiyan ve diğer bazı azınlık unsurların iç içe yaşadığı, komşuluk yaptığı insan öğesindeki çeşitliliğiyle zengin bir semt orası. Okay böyle bir ortama açıyor gözlerini. Dolayısıyla böylesi bir hayat deneyimi bir gözlem zenginliği yanında farklı kültürlere, kendi kimliğini kompleksiz bir şekilde koruyarak yaklaşma imkanını da sağlamış oluyor.
O konu eskilerin deyimiyle “bahs-i diğer”dir. Kendi İstanbul’umu anlatma hakkımı saklı tuttum. Uzun yıllar Üsküdar’da yaşadım. Fakülte yıllarımda Bayazıt ve Fatih’teydim. Üsküdar başta olmak üzere İstanbul üzerine yazılar yazdım, kitaplar hazırladım. Fakat kendi İstanbul’umu yazdım sayılmaz henüz. Bu kitabın hazırlığı sırasında kafamı çok meşgul etti bu konu.
Abarttığımı düşünmeyeceğinizi bilsem hepsi derdim. Vakit veya satır doldurmak için kelam etmeyi sevmezdi Orhan Okay. Onda hafıza ve zekayla beraber işleyen bir dikkati vardı. Notları okuyanlar fark edecektir bunu. Sahaflardaki çınarın kaç yaşında olduğunu, 70-80 yıl önce “Edirnekapı Ortaokulu” levhasında aslında ne yazılı olduğu, yetmiş beş yıl sonra karşılaştığı çocukluk arkadaşının kim olduğunu bu dikkati sayesinde öğreneceklerdir. Okay’daki görsel dikkati yansıtan şu satırları da aktarayım buraya: “Süleymaniye’nin benim en çok sevdiğim görüntüsü. Herhalde 60 küsur yıl önce ilk keşfettiğimden beri buraya gelince hep bu aradan geçmek isterim. Bunu Sinan da böyle görmüştür muhakkak.”
Bir önceki cevabı tekrarlamak istemem. Bir seçme de bunun için yapayım: “Çengelköy Dalyan. Demek vaktiyle dalyan kurulurmuş. Boş, metruk, kırlık bir araziydi. Yazları, orta taraflarında bir yerde bahçe sineması kurulurdu. Perdesi denize taraftı. Film seyrederken bazan arkadan bir vapur geçer, seyircilerin gözleri bir süre onu takip eder, sonra yine perdeye dönerdi. Ben bu kıyılarda çok yengeç, deniz kabukluları toplamışımdır.” Kişisel olanla tarihi olanın iç içe geçtiği, birkaç satırla bir hayat kesitinin canlanıverdiği bir an.
Zaman zaman oldu, oluyor. Bir tarihten sonra bu tür sergilere Orhan Okay’la gittik hep. Fuar gezdiğim, beraber film izlediğim, zaman zaman buluşup edebiyat sohbetleri yaptığım, hâlâ da yapmaya devam ettiğim şair, hikâyeci ve yazar arkadaşlarım var.
Maalesef o kadar düzenli değil. Hele son yıllarda seçerek gidebiliyorum. Orhan Okay’la gittiğimiz sergilerde bazan Abdullah Uçman da katılırdı bize.2010-2011 yıllarında iki yıl Şehir Tiyatrosu Repertuar Kurulu’ndaydım. O dönemde düzenli olarak bir hayli oyun izledim.
Geçmişten bir isim anayım size: Rahmetli Cahit Zarifoğlu ile de bir ağabey kardeş yakınlığımız olmuştu. Benden on altı yaş büyüktü Zarifoğlu. “Dostum” hitabına muhatap oldum. Rahmetli Orhan Okay, ölümünden altı gün önce imzaladığı kitabında “dostlukla” diyerek aynı sözü kullanma lütfunda bulundu.
Bu sorunuzla beni duygulandırdınız. Bir hayıflanmamı hatırlattınız.Fotoğraf gezisini bir tarafa bırakın, arkadaşımız Ali Haydar Haksal’ın çektiği üç-dört fotoğraf dışında Cahit Zarifoğlu’yla aynı kare içinde bulunmamış olduğumu sonradan fark ettim. Hayatının son yedi yılı içinde birçok beraberliklerimiz oldu kendisiyle.
Ama fotoğraf çekmenin sıradan bir iş haline gelmesi Zarifoğlu’nun ölümünden sonradır. Zarifoğlu’nun gençlik yıllarında borç-harç bir fotoğraf makinası aldığını biliyorum. Benim de lise yıllarımda, bir süre bir makinam olmuştu. Söylediğim gibi kendine göre bir külfeti vardı o yıllarda fotoğraf çekmenin/çekilmenin.
Her şey sayısal olarak çoğalmış görünüyor. Ancak kalite bakımından da bir düzey yükselmesi söz konusu mu, üzerinde düşünmek lazım.
Çokluk her zaman kalite anlamı da içermiyor. Çokluğun içinde çok iyi programlar da bulunabiliyor, fakat bazıları sıra savmak kabilinden bir görüntü vermek için de yapılabiliyor. Onlara üzülüyorum.
Eskiden kültürel etkinlikler bu kadar çok değildi. Dergi çevreleri ise bugünkünden daha yoğun bir etkiye sahipti. Fakülte yıllarımda MTTB’nin Cağaloğlu’ndaki binasında Necip Fazıl’ı dinlemiştim. Çıkışta Üstadı yakından görmek nasip oldu.
Kubbealtı Vakfı’nın Çarşıkapı’daki tarihî binasında haftalık konferanslar olurdu. Kaçırmazdık. Mehmet Kaplan, Ö. Faruk Akün gibi kendi hocalarımız yanında, adını duyduğumuz bazı şahsiyetleri de ilk defa orada dinledik. Cemil Meriç, Ahmet Kabaklı, Mehmet Eröz şimdi aklıma geliveren isimler. Daha akademik bir ortamdı. Mesela Kubbealtı Vakfı, 1976 yılında bugünkülerin öncüsü sayılabilecek bir tezhip kursu açmıştı. Fakülte ikiden üçe geçtiğim yazdı. İlk öğrencileri arasına girdim.
Mavera’yı tanıdıktan sonra o atmosferi teneffüs etmek, Cahit Zarifoğlu ve Rasim Özdenören’le buluşabilmek için İstanbul’dan Ankara’ya gitmeye başladım. Dergi buraya taşınınca biraz daha farklı bir durum oluştu. Mavera’nın editörlüğünü bana emanet ettiler.
1980’den sonra Türkiye yeni bir değişim dalgası içine girdi. Bu dalga çok büyük oranda olmamak üzere İstanbul’u da etkiledi. Asıl büyük değişim son on yıldadır.
- Canlılık var dirilik yok
- * Edebiyat ortamları, buluşmalar, sohbetler bugün hala canlılığını koruyor mu sizce?
- Canlılık var, ancak dirilik ne kadar?
- * Bunun sebebi sizce nedir? Yani dirilik neden yitirildi?
- Dirilik algısı bana ait olabilir. İnsan kendi gençlik çağını daha “diri” bulabilir her zaman.
- * Kitapta İSAM’ın ortamından da dostluklardan da bahsediyorsunuz.
- İSAM’daki bu dostluk ortamı için neler paylaşırsınız?
- İSAM’ın benim hayatımda apayrı bir yeri oldu. 1993’ten bugüne hemen hemen her hafta en az bir gün olmak
- üzere orada bulundum/bulunuyorum. Yıllardır oradaki iç diriliğin içindeyim. Okuyucu olarak müdavimleri
- oluştu İSAM’ın. Bizim gibi orada bir projenin içinde olanlar var ayrıca. Unutulmaz bir tarihi var. Yıllarca beraber
- olduklarımızın bir kısmını ahirete yolcu ettik. Yahya Kemal’in “Eski Paris’te bir ömür geçti” diye bir dizesi vardır.
- İSAM’da bir ömür geçti. O hayattan bazı kesitler anlatanların çıkmasını dilerim.